Skip to main content

FATİN KANAT İLE RÖPORTAJ

Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin Ankara’daki düzenleyicilerinden olan ve ‘İran Sinemasında Kadın’ adlı bir kitabı bulunan Fatin Kanat’la, 12 Eylül’ün 30. yılında, darbeyi ve 12 Eylül sinemasını konuştuk.

SÖYLEŞİ: SİNAN YUSUFOĞLU
FOTOĞRAF: BORA BALCI

Öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz?
1975 sonrasında devrimci mücadelenin içine girmiş, bunun belli evrelerinde yer almış, 12 Eylül sürecini de ağır denebilecek biçimlerde yaşamış biriyim. Tutsaklık öncesi darbenin gelişini dışarıda da gözleme olanağım olmuştu. 12 Eylül’ü deneyimlediğim, okuduğum en önemli mekân Mamak oldu. 9 cezaevi gezdiğim 15 yıllık cezaevi süreci sonrasında ise bir geçim kaynağı aramanın yanı sıra sinema ve tiyatroyla ilgilenmeye başladım. Şu anda gerek yazarak, gerek belgesellerle ve kurmaca filmlerle, bir grup arkadaşla sinema faaliyeti içindeyim. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema bölümünde doktora tezi yazma sürecim de devam ediyor.

12 Eylül Darbesi sizin için neyi ifade ediyor?
1980’de 24 Ocak Kararları’yla başlayan süreç de dahil, önceki sıkıyönetim ilanları, büyük katliam provalarıyla; devrimci güçlerin esas olarak savunma konumunda kaldıklarını, 1 Mayıs 1977’den Maraş Katliamı’na kadar yaşatılan hemen her şeyin 12 Eylül’e doğru giden büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül Darbesi, en büyük hedefine; sormayan, sorgulamayan, itaat ve biat eden bireylerden oluşma bir toplumsal ortam yaratmakla ulaştı. Yalnızca kendini düşünen ve yeri geldiğinde kendini devletine adayan bir insan tipiydi amaç. Sonuçta kendi çıkarını da koruyamayan modern kölelere dönüştürülmüş bir çoğunluk yaratma konusunda 12 Eylülcü hamleyi başarılı buluyorum. İşin darbe kısmı, devletin görünür yüzünün ötesinde diğer yüzünü gösterdiği bir eylem. Aslında devletin kuruluşundan bugününe uzanan sürece baktığımızda da, aynı devletin farklı hallerini, farklı görüntülerini izlediğimiz pek çok benzer pratikten söz etmek mümkün. Bu bilgiye çok genç yaşlarda belki sahip değildik ama şimdi bütün süreçlerine daha net bakabiliyoruz. 1960 darbesine baktığımızda devletin yine muhaliflere ve Kürtlere karşı ayrımcılık yaptığını, Kürtleri ilan edilen affa dahî sokmadığını görüyoruz. 1971 muhtırası da zaten kendilerince de adı konmuş, kontrol dışına çıkan toplumu tedip terbiye etme, yeniden biçimlendirme hareketiydi. 12 Eylül de yine buna benzer bir hava içinde geldi. Öncesi politizasyonun çok yükseldiği, ama devlet eliyle örgütlenmiş paramiliter güçlerin de çok yoğun bir biçimde faaliyet gösterdiği bir dönemdi. Tüm toplumu derinden etkilemiş çalkantılı bir siyasal dönemin ardından geç kalmış olmanın tedirginliği de dahil, darbe yoluyla 3-4 yıl içinde her şeyi hizaya sokmak, asacağını asmak, keseceğini kesmek, bir yeni kalıp oluşturmak ve sonra sivil idare şekli yaratarak köşesine çekilmek amacını taşıyordu. Ancak hesapta olmayan silahlı Kürt direnişi bu planın bozulmasına, öngörülen toplum ve yönetim tasarımının darbeler almasına yol açtı. Bu da Özal dönemiyle başlayan “sivil”leşmeye rağmen devletin militer yüzünün baskın olduğu, 12 Eylül’ün giderek meşrulaştığı ve kurumlaştığı bir dönemi koşulladı.

Buradan 12 Eylül gününe gelmek istiyorum. O gün neredeydiniz ve darbe olduğunu duyduğunuzda ne hissettiniz?
O gün Ankara’daydım. Sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim gibi şeyleri yaşadığımız için çok şaşırmadım. Beklenen bir şeydi böyle bir müdahale. Öncesinde Kenan Evren “biz kışlamıza çekileceğiz, bu anarşiyi hükümetler çözsün, bu bizim işimiz değil” gibi konuşmalar yaptığında ben o zaman “darbe geliyor” gibi bir yorum yapmıştım. Beni o günlerde en çok şaşırtan olay ise, sokağa çıkma yasağı kalkıp, ilk kez dışarı çıktığımda kahvede karşılaştığım farklı fraksiyondan bir okul arkadaşımın sarf ettiği sözler olmuştu. Okul arkadaşım keyifli görünüyordu. “İyi oldu” dedi. “Ne iyi oldu?” dedim. “Bak şimdi Türkeş’i de alacaklar içeri. Bu adamlar da (paşaları kastediyor) sosyal demokrat. Her şey iyiye gidecek.” Bu olay beni darbeden daha çok şaşırttı ve maalesef solun darbelere bakışını da gösteren acı bir örnekti. O günlerde bu darbenin askerî, siyasal ve ekonomik anlamda büyük bir planın parçası olduğu tam olarak idrak edilemedi sol tarafından. Maalesef solun içinde kalmış bir tortu bu, devletin kutsal bir yere koyulması, binlerce yıldır devam eden “devlet baba” imajının yansıması. Bu yanlış algı -devleti ve sistemi iyi anlayamamak- 12 Eylül’e karşı mücadele açısından da sol hareketin elini kolunu bağlamıştır. 12 Eylül’le daha güçsüz, daha plansız programsız karşılaşmış ve yenilgi kaçınılmaz olmuştur.

12 Eylül cezaevlerinden bahsedelim biraz. Neler yaşandı o cezaevlerinde?
Ben o cezaevleri için esir kampı ifadesini kullanacağım ama bildiğimiz mânâda bir esir kampı da değildi. Astığını asıyor, öldürdüğünü öldürüyor, kalanı da topluma etki etme bâbında teslim alınmış kişilerden oluşmuş bir topluluk olarak görmek istiyordu sistem. Cezaevleri politikası buydu bence o dönemde. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinde çok daha ağırını uyguladılar. Mamak’ta da uyguladılar. Başka cezaevlerinde de denediler. Kiminde kısmi başarılar elde ettiler, kiminde başaramadılar ama özellikle Diyarbakır ve Mamak’ta çok daha ağır halleriyle yaşandı bu sistematik uygulama. Onlar için, sen geçmişinde devrimcisin, ele geçmişsin, esir düşmüşsün, bu da yetmiyor, aynı zamanda sistemin seni aşağılayarak, ezerek, bir hiç haline getirerek, seni kendisine benzettiği bir süreçten geçmen gerekiyordu. Sen o süreçten geçip de sistemin istediği gibi davranırsan, sistemin dediği gibi sana mikrofon uzatıldığında da, “ vatan-millet için canımız feda, yanlış yoldaydık, gençtik, cahildik, anlamadık, şimdi çok güzel fark ettik, devletimiz bize doğru yolu gösterdi,” gibi konuşmalar yapmanı istiyorlardı. Bu, aşağılayarak teslim almanın ve kendi yedeğine çekmenin bir biçimiydi. Bunu uygulamaya çalıştılar. Kısmi başarıları oldu tabii ve bedelleri de çok ağır oldu. Ama sonuç olarak başaramadılar. İnsanlara “şu devrimcilere bak ne hale düştüler” dedirtmek istiyorlardı. Cezaevlerindeki direniş bu planı bozmakla kalmadı, muhalif olmanın ve yeni muhalif dinamiklerin mayası da oldu bir bakıma. Yani duygularımızı, zihnimizi esir alamadılar. Bize istediklerini yaptıramamaktan korkuyorlardı. Korkuları arttıkça baskıları, işkenceleri de artıyordu. Onlar bizi esir almaya çalıştılar. Bizse ruhsal ve düşünsel olarak asla onların çizdikleri sınırların içinde kalmadık. İnsan kalmak, kendi insan kimliğimizi yitirmemek, direnişin en anlamlı noktasıydı. Yani devrimci kimliğimizi bir yana koy, insan kimliğimizi, sıcaklığımızı yitirmemek bizim için cezaevinde en önemli tutunma noktasıydı. 12 Eylül tutsakları açısından cezaevi sonrası da bu anlamda hayata tutunma ve dayatılana ayak direme dönemi oldu, olmaya devam ediyor.

Cezaevinden çıktıktan sonra sizi sinema üzerine düşünmeye, üretmeye yönelten nedenler nedir?
Sanatın olmazsa olmaz amaçlarından biri de toplumsal belleği imha edenlere karşı mücadele etmektir. Sanat, özellikle sinema ve edebiyat, kaybedilenleri, unutturulanları tekrar yerine koyma, en azından tarihsel olarak resmî tarihin karşında bir söylem yaratma ve bunu geniş kitlelere mal edebilme amacını taşımalıdır ve bunu önemli bir tarihsel sorumluluk olarak görmek zorundadır. Sinema üretimini bir rövanş olarak görmüyorum tabii ki ama kendi kişisel tarihim açısından bizden çalınanı geri alma mücadelesidir. Sinema bunun bir aracıdır. Tarihe farklı yönlerden bakabilen insanlara bir şeyler anlatabilme uğraşıdır. 12 Eylül’ü ağır bedellerle yaşamış biri olarak, benim sinemayla uğraşmamın ve bir şeyler üretme çabamın özünde, 12 Eylül düzenini kabullenmemek ve buna karşı bir duruş göstermek yatmaktadır. İmajlar yoluyla ve iyi bir öyküyle kuracağımız anlatılar, insan sıcağına kastedenlerin suratlarına çarpmalıdır. Bize sunulanı ezen, bozan ve yeni bir direniş kültürü oluşturma derdi olan bir sanatı önemsiyorum. Bu isyancı bir karşı koyuş ve bir direnme estetiğidir benim için.

12 Eylül darbesini yaşamış ve yıllarca cezaevinde kalmış biri olarak 12 Eylül sinemasına nasıl bakıyorsunuz? Türkiye sineması gerçek anlamda ‘vicdan ve hakikat’ ekseninde anlatabildi mi 12 Eylül’ü?
12 Eylül’ü ve sonrası süreci şöyle ya da böyle, dışından ya da merkezinden anlatmaya çalışan otuza yakın film var. 1986’da Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle’siyle başlayan, doğru duruş ve doğru bakışa sahip olduğunu düşündüğüm az sayıdaki filmin zirvesine Beynelmilel’i (2006) koymak yanlış olmaz sanırım. Zeki Ökten’in yaşatılan acıyı bir yerinden anlatabilme başarısı gösteren Düttürü Dünya’sı (1988), Handan İpekçi’nin bir cumhuriyet hakiminin yaşadıkları üzerinden sistemin hukuksuzluğunu, ayırımcılığını ve insan dışılığını sergileyen Büyük Adam Küçük Aşk’ı (2001) da söz edilmesi gereken başarılı örneklerden. 12Eylül’e dair film yapma süreci bugün de sürüyor. Bütün bu süreçte en azından anlatı düzeyinde doğruyu yakalamış olanları bir yana bırakırsak, durduğu ya da baktığı yerden meseleyi sözüm ona ele alan, bir şey yapmak isterken 12 Eylül’ün yaratmak istediği algıya bilinçli ya da bilinçsiz destek veren örnekler de söz konusu. Genel olarak 12 Eylül üzerine film yapanların en önemli hatalarının, 12 Eylül’ü tarihsel bir gerçeklik içerisinde algılayamamaları olduğunu düşünüyorum. Esas olarak, “bu çocuklar macera arayan, kullanılan, kullanıldıklarının farkında olmayan iyi çocuklardı. Acılar yaşadılar ama şimdi bir yerlere tutunup düzeliyorlar. Sistem de hatalar yaptı ama o da kendini yeniden düzeltiyor. Yavaş yavaş genel bir barış havası, demokrasi havası içinde buluşuyoruz” gibi bir konformist yaklaşım hakim. Buna örnek verilebilecek pek çok film görebiliriz 12 Eylül sinemasında. Bunu yapanlar yanlış ve eksik duydukları şeyler üzerinden hareket ettiler; genelde 12 Eylül’ü yaşamamış insanlardı ve anlatmak istediklerini popüler ya da dönemsel kaygılar üzerinden şekillendirdiler. Yapılan filmlere genel bir olumsuzluk yüklemiyorum tabii ki ama -dönem filmleri bağlamında- kendi hakikati ve kendi biçimi olan bir sinemaya ulaşmamız gerekiyor ve maalesef bunu Türkiye sinemasında birkaç istisna dışında henüz göremiyoruz. Ama geçmişi sorgulayan; kaybettirilen, unutturulmaya çalışılan toplumsal hafızayı yeniden kuracak, kendine de eleştirel bakabilecek filmlerin döneminin artık geldiğine inanıyorum. Bu daha iyiye ulaşabilme beklentisi önemlidir. Dört başı mamur, daha başarılı görsel öyküleme, ne yaşandığına ilişkin tarihsel gerçekliği olan filmlerin yapılacağına dair bir inanç ve çaba bu.

Bildiğim kadarıyla çekmek istediğiniz filmler var. Kendi kişisel tarihinizin 12 Eylül’ü üzerine bir film yapmayı düşünüyor musunuz? Bunun konuştuğumuz 12 Eylül sinemasından farkı ne olacak, nasıl bir anlatım biçimi ve sinema dili kurma kaygısı içindesiniz?
Hâlihazırda Türkiye’de yaşayan mültecilerle ilgili bir belgesel çalışmasının sonuna yaklaştık. Bahsettiğim sinema grubundan arkadaşlarla kısa filmler üretiyoruz. Yazar Necmettin Salaz’la birlikte, Halepçe katliamı üzerine bir belgeselin de hazırlıklarını sürdürüyoruz. Tabii kurmaca projelerimizin en önemli yerinde 12 Eylül duruyor. Bunun anlatım biçimine dair söyleyeceğim ise, toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışını benimsememdir. İtalyan Yeni Gerçekçilerin sinema anlayışı bu anlamda benim için bir dönüm noktasıdır. Bu dönüm noktasının sonraki izlerini İran sinemasında da, Yılmaz Güney sinemasında da görürüz. Muhalif, bağımsız bir sinema anlayışının içinde görüyorum kendimi. Dolayısıyla yeni bir şey keşfetmiş olmayacağız. Gerçeği sanatsal bir dille ve bir direniş sineması estetiğiyle kurma kaygısı içindeyim. Yılmaz Güney’in Umut’ta (1970), Dariush Mehrjui’nin Gaav’da (1969) yarattığı biçim benim de sinema anlayışımı tanımlayan biçimdir. Tabii ki özgün bir anlatım ve abartılardan, istismardan uzak, alabildiğine yalın ve gerçekçi bir hakikat sinemasıdır yapmak istediğim.
Altyazı‘dan

Add new comment

The content of this field is kept private and will not be shown publicly.

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.