Prof. Dr. Ahmet İnsel, Prof. Dr. Baskın Oran, Dr. Cengiz Aktar, gazeteci Ali Bayramoğlu, öncülüğünde, Ermeni sorununu dile getiren bir bildiri hazırlandı. Bu metinde şöyle deniyor: “1915'de, Osmanlı Ermenilerinin, maruz kaldığı Büyük Felaket“e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini, vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, payıma, Ermeni kardeşlerimin duygularını ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.“
Bu bildiriyle “özür dilerim“ imza kampanyası açıldı. İmza kampanyası 14 Aralık 2008 de başlatıldı. O gün, özürdilerim.com da 200'e yakın imza vardı. İlk günlerde bu metni ben de imzaladım. Bununla beraber bu metinle ilgili bazı düşüncelerimi, ve itirazlarımı belirtmek istiyorum.
Bildiride “Büyük Felaket“ diye bir deyim geçiyor. “Büyük Felaket“ kavramı, 1915 yılında, Ermenilere karşı geliştirilen politikaları, operasyonları, uygulamaları karşılayabilecek, anlatabilecek bir deyim değil. “Büyük Felaket“ deyimi bu operasyonları, uygulamaları anlatmakta çok hafif kalıyor. “Büyük Felaket“ deyimindeki B ve F harflerin büyük yazılması, bu felakete sıradan değil, özel bir felaket anlamı verdiği açıktır. Buna rağmen “Büyük Felaket“ deyimi 1915 de Ermenilerin başına gelenleri anlatmakta çok yetersiz kalıyor. 1915 yılında, Ermenilere karşı geliştirilen politikalar, operasyonlar, uygulamalar ancak soykırım kavramıyla açıklanabilir. Çünkü bu, 1910 yılında Selanik'te yapılan İttihat ve Terakki Fırkası Kongresi'inden itibaren, planı-programı, hesabı kitabı yapılmış bir politikadır. Bu tarihten itibaren İttihat ve Terakki Fırkası, özellikle gizli toplantılarında, Ermeni nüfusunun çürütülmesi ile ilgili olarak, ayrıntılı planlar, projeler hazırlamıştır. Soykırım deyince, ille de, insanların kafileler halinde hamamlara doldurulup zehirli gazlarla yok edilmesini anlamamak gerekir. Bir etnik nüfusu çürütmenin bir çok yolu vardır. Kışta-kıyamette “tehcir“ denen bir sürecin için sokarsınız, aile üyelerini dağıtarak, birbirlerinden habersiz kılarak, aç ve susuz bırakarak, elbise, ayakkabı gibi donanımlarına el koyarak, hastalıklarıyla, yorgunluklarıyla hiç ilgilenmeyerek, geçiş yollarında, belirli yerlerde, önceden planlı bir şekilde mevzilenmiş yankesicilerin, çetelerin saldırılarına hedef yaparak, beraberlerine taşıyabildikleri küçük fakat yaşamsal eşyalarının, çıkınlarının, torbalarının yağmalanması sağlanarak, nüfusun, binlerle, onbinlerle kırılmasını sağlarsınız. Düşünelim ki, “tehcir“ denen sürecin içine sokulanlar, kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı. Ermeni erkekleri, savaş başlar başlamaz silah altına alınmış, ama, kendilerine silah verilmemiş taş ocaklarında, yük taşıma işlerinde vs. çalıştırılıyordu. Çok olumsuz koşullarda çalıştırılan Ermeni erkekleri de bu süreç içinde kırılıp gitti. Çoğu, kafileler halinde, iş başındayken kurşuna dizildi.
İttihat ve Terakki'nin, sanayinin millileştirilmesini hedef alan bir politikası da vardı. Sanayinin millileştirilmesi, azınlıkların, yani, Rumların, Ermenilerin, Musevilerin sahip oldukları sanayi tesislerine el koyup bunları Müslüman eşrafın denetimine, mülkiyetine vermek anlamına geliyordu. İttihat ve Terakki Fırkası'nın Müslüman eşraftan anladığı, elbette Türk kimlikli eşraftı. Osmanlı Devletini Türk etnisi etrafında yeniden organize etmek, İttihat Terakki'nin çok önemli bir projesiydi. Rumlar-Pontuslar sürülecek, Ermeni nüfus şu veya bu şekilde çürütülecekti. Kürtler Türklüğe, Aleviler/Kızılbaşlar, Müslümanlığa asimile edilecekti. Bu politikaların yaşama geçmesi için elverişli bir zaman bekleniyordu. Birinci Dünya Savaşı İttihatçı hükümete bu fırsatı verdi. Yani, bu, 1915 de o günün koşullarında, gündeme gelivermiş bir uygulama değildi. Uzun zamandan beri, planı-projesi, hesabı kitabı yapılan, hazırlanan bir politikanın elverişli bir zamanda yaşama geçirilmesiydi. Bu uygulamadan İttihat ve Terakki hükümeti, Osmanlı Devleti sorumludur. Bu süreçte, insanlığa karşı yapılmış bir suç olduğu, insanlık suçu işlendiği de aşikardır.
Sorulması gereken temel soru şudur: Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Anadolu'da, İstanbul'da, Kürt coğrafyasında 1.5 milyon (birbuçuk) civarında Ermeni yaşıyordu. O zaman genel nüfus 11-12 milyon civarındaydı. Bugün Türkiye'nin nüfusu 70 milyonu aşmış, 60 bin civarında Ermeni'nin yaşadığı belirtiliyor. Onlar da İstanbul'da toplanmış. Geriye kalan Ermenilere ne oldu? Ermenilerden kalan taşınmaz mallar, tarlalar, evler, dükkanlar, ambarlar, atelyeler, mandıralar, zeytinlikler, vs. ne oldu? Ermeni malları, bugün, hangi ailelerin zenginliğinin temel kaynağı olmuş?
Felaketlerde veya büyük felaketlerdeyse, sorumlu, suçlu aranamaz. Deprem, sel baskınları, kuraklık, yangılar, çığ düşmesi, heyelanlar vs. çoğu zaman felaket, büyük felaket yaratır. Bunlar doğal afetlerdir. Ve felaketlerde, büyük felaketlerde sorumlu, suçlu aranamaz. Bu doğal afetler karşısında, bunların engellenmesi konusunda, insanların, hükümetlerin yapabilecekleri fazla bir şey de yoktur.
Recep Maraşlı, 15 Aralık 2008 de, gelawej.net sitesinde, soykırım sözcüğünü kullanamayan üniversite hocalarını eleştirdi. Sürecin ancak, soykırım kavramıyla açıklanabileceğini dile getirdi. Recep Maraşlı'nın, Ermeni Ulusal ve Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı (Peri Yayınları, Ekim 2008, büyükboy, 544 s.) kitabında, soykırım süreci etraflı bir şekilde inceleniyor. Aynı günlerde, Berzan Boti de, “büyük felaket“ ve “soykırım“ sözcüklerini irdeleyen, “büyük felaket“ deyiminin süreci karşılamadığını anlatan bir yazı yazdı. Daha sonra, Recep Maraşlı, Şükrü Gülmüş, Süleyman Akkoyun, Berzan Boti ve yedi arkadaşları, “Felaket değil, soykırım“ başlıklı bir ortak açıklama yaptılar. Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal da bu açıklamaya katıldı. Bu yazılar, gelawej.net ve nasname sitelerinde bulunuyor. Bu yazılar ve açıklamalar, Ermeni soykırımıyla ilgili olarak içerikli, ve aydınlatıcı yazılar ve açıklamalar oluyor. Demir Küçükaydın'ın, 17 Aralık 2008 tarihli Taraf Gazetesi'nde yayımlanan, “İtirazlarıma rağmen ’özür diliyorum'“ yazısında da dikkate değer açıklamalar var.
Türkiye, soykırım sözcüğünü de soykırım olduğunu da kabul etmiyor. Zor durumlarda kaldığı zaman, “bilakis Ermeniler, Türklere soykırım yaptı“ diyor. Bu konuda, kararlı, istikrarlı bir tutumu var. “Özür diliyorum“ kampanyasına karşı, 60 kadar emekli büyükelçinin, karşı bildiri yayımlamaları, bu kararlılığın ve istikrarlı tutumun önemli bir göstergesidir. Devleti daha çok öfkelendirmemek için soykırım yerine, “Büyük Felaket“ gibi, süreci anlatmakta çok yetersiz ve çok cılız olan bir kavramın kullanılması doğru değildir. Bu tutum devletin öfkesini biraz yumuşatmış olabilir, ama, hocaları devletle buluşturan, devlet politikalarına yaklaştıran bir tutum olmuştur. Devletin, birçok olaydaki düşüncesi, tutumu, zaten çelişkilidir. Heşt tv, Şeş tv adı altında, Kürt kanalı açmaya çalışan devletin, TBMM de, Kürt milletvekillerinin, kürsüdeki konuşmaları sırasında, kullandıkları bazı Kürtçe ibarelerin, “bilinmeyen bir dille konuştu“ diye tutanaklara geçirilmesi bu tutarsızlığın açık bir örneğidir. Bu tutarsızlıkla, Kürt bile diyemeyen, Kürtçe bile diyemeyen devlet, nasıl bir “Kürt kanalı“ açacaktır acaba? Devletin bu tutumunu, bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla eleştirmekte büyük yarar vardır.
Sait Çetinoğlu'nun, Varlık Vergisi'yle ilgili bir yazısı var. Bu yazı, “Varlı Vergisi: Etnik Temizlik Aracı“, “Varlık Vergisi Uygulaması, ekonomik ve kültürel soykırımdır“ başlıklarıyla, Agos Gazetesi'nin, 21 Kasım 2008 ve 28 Kasım 2008 tarihli 660. ve 661. sayılarında yayımlandı. 1942-1944 Varlık Vergisi uygulaması, 1915 Ermen Soykırımının bir devamıdır. 6-7 Eylül 1955 olayları aynı anlayışın bir devamıdır. 1964 sonbaharında, İstanbul Rumlarının, adalardaki Rumların kitlerle halinde sınır dışı edilmeleri, aynı anlayışın, yani soykırımcı anlayışın bir devamıdır.
Üç üniversite hocasının bir gazetecinin hazırladığı metinde, 1915 de, Asuri-Süryani halkına karşı geliştirilen soykırımdan, Kürtlere karşı uygulanan zamana yayılmış soykırımdan, Alevilere/Kızılbaşlara karşı geliştirilen, inançsal, kültürel soykırımdan hiç söz edilmemesi bir eksikliktir.
Ermeniler, Rumlar-Pontuslar, Asuri Süryaniler, Kürtler, Alevler/Kızılbaşlar, devletin düşüncesi ve uygulaması karşısında, daha doğrusu hikmet-i hükümet karşısında, mağdur olan kesimlerdir. Bu kesimleri, sorunlarını birlikte ele almak gerekir. Bilimsel bakımdan da doğru olan tutum budur. Çünkü olgular tek başlarına bir şey ifade etmezler. Olgular birbirlerinden etkilenir, birbirlerini etkilerler. O zaman olgusal ilişkileri, süreci daha bütünleşmiş olarak kavramak mümkün olur.
Devlet politikaları karşısında mağdur olmuş kesimlerin sorunlarını birlikte ele almak, bu sorunlara, birlikte çözümler üretmeye gayret etmek, siyaseten de gerekli olmalıdır. Devleti fazla rahatsız etmemek için, “Büyük Felaket“ gibi bir kavram kullandığınız zaman, daha çok imza toplayabilirsiniz. Ama, olgusal ilişkilerin içeriğini doğru kavramak, bundan daha değerlidir. Nitelik sorunu, nicelikten daha değerli olmalıdır.
İsmail Beşikçi