Nice okumalarıma rağmen tek bir cümlesini anlayabildiğim, “Hay maşallah. Kutsal kitap gibi konuşmuş.” dedirten Tractatus kitabını, tüm zamanların o en cool filozofu Witrgenstein şu cümleyle bitirir: ”Üzerinde konuşulmayan konusunda susmalı.” Her konuda bir şey bilen ve de bildiğini sakınmayan Foucault bunu duyunca yerinde durur mu, hemen gaza gelir: “Öyle de Witti’ciğim. Ve fakat bilir misin? Savaştan önce Fransa’ da 6-7 tip sessizlik vardı; bunların bir kısmı kızgınlık, bir kısmı da takdir belirtti ve bütün bunlar günlük dilin bir parçasıydılar.” Bütün bu olup biteni, Frankfurt Müteveffa Komünistler Kahvesi’ nde kahvelerini yudumlayarak izleyen Adorno ve Chomsky, dayanamazlar ve çift dalarlar. Önce, hala yüzde biri kadar algı seviyesine erişmediğimiz Adorno heyheylenir: “ Baskı belli bir yoğunlukta ve sürekli olursa mazlumun tek kurtuluşu zalime aşık olmaktır.” der ve Chomsky’ e “ben sıramı savdım. Vur, gol olsun.” bakışı atar. Chomsky o vakur tavrını bozmaz ve sakince “Bu yüzden; konuşmak büyük ölçüde sırdır.” diye noktayı koyar…
Koyar mı? Koyamaz. Çünkü benim bir babaannem vardır. Bütün bu olup bitenleri ”ayyyş. Çok sıkıcı bu adamlar.” dercesine izler ve “zere mî to ra teneko/ ze perdîka sere piyajî.” deyip ağlamaya başlar.(Türkçe: kalbim sana incelir/soğan zarından ince. Ayrıca Zazalar’ın soğanla imtihanı volume bilmem kaç.) Babaannemin bu cümlesini kimse anlamaz. Ve babaannemin bu cümlesinin kimse anlamazdı, ben dahil. Çünkü ben zazaki bilmezdim. Babaannem bu cümleyi ilk kurduğunda ben yedi yaşındaydım. Ben anlamadım, o kendi kurduğu cümleye ağladı. Babaannem daha sonra bu cümleyi defalarca kurdu, defalarca ağladı. Ben inatla zazaki bilmedim. O inatla o acısını zazaki anlattı, ağladı. Sonra ben az buçuk zazaki öğrendim, babaannem zalimine aslında aşık olmadığını haykırarak az buçuk bu cümlenin hikayesini anlattı, yine ağladı. Sonra ben zazakiye, babannem acısına sahip çıktı. O cümleyi bir kez daha kurdu, o sustu ve fakat ben ağladım.
Ben, babaanneme ve de biraz da “konuşmak sırdır.” diyen Chomsky’ e saygımdan, babaannemin bu sırrını anlatmayacağım. Hem anlatsam da anlamazsınız. Yıllardır yanı başımda ağlayıp duran kadının derdini ben 20 yıl sonra anladım. O da yarım bir Zazaki ile. O hep anlatmak istedi belki de , ben kendi dilimi anlamadığımdan anlamadım. Acısı olduğuna inandım, hepsi bu. Çünkü insanlar kendi ağrısını bilir, başkasının ağrısının olduğuna inanır.
E peki, ne olmuştu da ben babaannemin o ağrısına, başkasının ağrısı olarak bakmıştım? Neden sadece ona inanmakla kaldım? Neden onu bilmedim? Çünkü dilim farklıydı. Dedem, babaannem..vs hepsi üzüntüsünden sevincine, hazzından öfkesine bütün duygularını Zazaki ile kurduğu bağla dile getirirken, ben renkli Türkçe bir şapşallıkla onları izliyordum. Dilin sınırları, dünyanın sınırlarıydı. Onlar dünyalarını kendi dilleriyle çizerken; ben o dile yabancı, kendi dünyamı Türkçe ile çizince, babaannem sınırın öte yanında kaldı. O dile ulaşmadığım vakit, onun dünyasına giremez oldum. Babaannem Zazaki ağıtıyla kendi dünyasından benimkine doğru elleriyle kaza kaza bir yol açıyordu, fakat ben 20 yıl sonra o yoldan geçebildim. Velakin Foucault bok yemişti: bazı sessizlikler de “kimse anlamıyor”u belirtir.
Göç deyince, üzerinde utanmadan konuşabileceğim tek konu dildir. Zira Kürd olduğunun bilincine çok sonradan varmış biri olarak Kürdlük ile ilgili bütün o dışlanmışlıkların benim hayatımdaki tek izdüşümüdür dil. Çoktan asimile olmuş, kültür soykırımına uğramış bir ailede yetiştikten sonra, Kürd olduğunu öğrenmek insanda oluşturduğu ilk tepki: “ben kimim?” olur. Ben bu soruyu ilk sorduğumda, aldığım bütün cevaplar bilindikti; çünkü Türkçe sordum, Türkçe cevap aldım. Yani tarihi, sömürgeler tarihi olan her devletin dili de o eril, zorba, kuşatılmış kelimelerden ibaret olunca, “ben kimim?” sorusuna da cevap -ne kadar steril olursa olsun- “Sen Türk’ sün!!” oldu.
Devletin ürettiği, yeri geldiğinde gaddar, yeri geldiğinde steril o dil bize ne olduğumuzu değil, ne olmadığımızı söylüyordu hep. Sen türk’ sün dediğin de, aslında Kürt olmamayı şart koşuyordu gaddarca. Ve fakat bir de bizim fark etmediğimiz o sinsi steril dili vardı; sözgelimi, zorunlu göç ile ilgili raporlar hazırlatılmaya başlandığı vakit hemen o dil devreye sokuluyordu. Zorunlu göçün temellerini oluşturan kimlik ve siyasi nedenlerini bir anda “kalkınma” projelerine çeviren steril dil, çoğu insana devletin bu göçle ilgili çaba sarf ettiği yanılsaması yaşatıyordu. Örneğin; zorunlu göç mağduru binler, ülke sınırları içinde göç ettiklerinden mülteci değildi, dolayısıyla hukuki bir terim gerekliydi bu insanları tanımlamak için. Hemen bulundu o hukuki terim BM tarafından ve TC de bunu çok güzel Türkçeleştirdi: ”Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler.” Ülke içinde yerinden olanlar!! Buram buram liberal hümanizm kokan bir kavram. Ne yerinden eden belli ne de yerinden olan. Bu kavram yürürlüğe girince STK’ lar ve üniversiteler hemen atladı. TESEV zorunlu göç ile ilgili raporunda “zorunlu göç” yerine “ülke içinde yerinden edilme” kavramına sarıldı. Hacettepe Üniversite Nüfus Etüdleri Enstitüsü bunu bir adım ileri taşıdı; Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması’ nda, o koskoca raporda, bir kere bile “Kürd” kelimesi geçmedi. Bunun üstüne, “Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun” gibi bir kanun çıkartıp, bütün sorumluluklar “güvenlik stratejisin” adı altında “öcü” Kürd’ e atılınca çerçeve tamamlandı. Kanaat teorisyenliği çevresinde, zorunlu göçün siyasi ve kimlik kavramları ekarte edilince, devlet de artık zorunlu göçün nedenlerine de değil, sonuçlarına odaklanabilirdi. Çünkü artık metropollerde milyonlar yoksul vardı, kürt değil. Kürd artık “mülteci” ya da “zorunlu göç mağduru” değildi; “ülke içinde göç eden topluluklar ya da “kırılgan gruplar” idi. Ya da Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun ile köylere geri dönüşü planlayanlar, “bölgesel kalkınma” ya da “rehabilitasyon” gibi kavramlar türetti. Bütün bu terminoloji yalanından ise bize çok güzel bir yanılsama emanet edildi. Ta daaaa! Artık kürd adını ağzıma almadığımız bir sınıf sorunumuz vardı.
Ne demişti o sevgili milletvekilimiz: “işçi sınıfı kürdleşmiştir.” Allah Allah, ne yüce bir tespit. Zaten 90’ların ortalarından sonra metropollerde birden bire öyle yoksul bir kürd halkı kendiliğinden türedi, o insanlar yıllarca o şehirlerdeydiler de sınıf çatışmasından sonra yoksul oldular. O insanlar evlerinden, topraklarından bütün malvarlıklarından edinilip sürülmedi sanki. Bütün bunlar yaşanmadı da, şimdi zorunlu göçle şehirlere akmış binler, işçi sınıfına doğdular kendi kendilerine. Kalkınma söylemine bulaştık günden güne velakin. Devlet kalkınma söylemiyle liberal politikasını örerken, o söylemden beslenen politikalar, siyasi mücadeleler ve taleplerden ziyade “teknik” meselelere vurgu yaptıkları için silahlı çatışmaların sonuçlarını bile siyasi niteliklerinden soyutladı en nihayetinde, çoğumuz da bunu yedik.
Çoğumuz bunu yerken, diğer yandan devletin gaddar dili gündelik hayatımızı sardı. Benim babaannemin kendi hikayesini, tek bir zazaki cümleyle anlatma zorunluluğuna hapseden bir gaddarlıktı. Kafasında bir türlü o toprağından edilme acısını yaşayamayan babaannem, gündelik hayatla bağı tamamen kopmuştu. Asilmile bile olamıyordu, çünkü kendisini sömürgeci topluma adapte edecek bir Türkçesi bile yoktu. O türkçe’ yi öğrenecek bir sosyal bağı da yoktu. Öyle arafta sallanıyordu. Zorunlu göçle türk metropollere gelmiş kürd kadınlarının yalnızlığını babaannemden bilirim. Kürd erkeği, gerek iş ortamından gerekse askerlik sırasında Türkçe öğrenmek zorunda kalır. Çocukları okullarda kültür soykırımına uğrar. Ama Kürd kadınları evden çıkamaz. Evden çıkamadıkça yalnızlaşır ve babaannem olur. Sonuç: aynı dili konuşamayan bir ana-oğul. Biri kürdçe anlar ama konuşmaz, diğeri Türkçe anlar konuşamaz. Nihayetin ben ve babaannem gibi ya da o meşhur cezaevindeki ana ve oğul gibi, susarak ağlayıp dururlar. Göçün, dili nasıl yok ettiğini, nesillerin diasporada nasıl kaybolduğu, kültür soykırımının en yakınlarına bile nasıl yabancılaştırdığını ve sömürgecinin yaşadığımız zulmü eğip bükerek kimliğimizden nasıl arındırdığını anlatmak isterken belki de o cezaevi’ ndeki o olay, bütün anlatmak istediklerimi özetler.
Kamber Ateş. Malum cezaevinde bir kürd tutuklu. Bin bir türlü çaba ve eziyetten sonra izi bulunmuş. Kamber’ in annesi ve kardeşi görüş gününe geliyor. Ve fakat Kamber’ in annesi tek kelime türkçe bilmiyor ve cezaevinde kürdçe konuşmak yasak. Kamber, annesin türkçe bilmediğini biliyor. Kamer annesinin görüş gününde kürdçe konuşmaması için 4 gün gece gündüz dua ediyor. Görüş günü gelip çatıyor. Kamer’ in annesi ve kardeşi geliyor. Kabinin arkasından kucaklaşmalar, uzun uzun öpmeler, koklamalar…
Kamer’ in annesi sorar:-
-Kamber Ateş nasılsın?
Kamber, annesinin Türkçe konuştuğunu görünce rahatlar:
- İyiyim güzel anam. Sen nasılsın?
Anne ellerini iki yana açar, göz bebeklerini büyüterek:
-Kamber Ateş, nasılsın?
-iyiyim anacım, iyiyim. Sen nasılsın.
Anne, oğlunu sarar gibi kollarını açar, gözleri yaşlı, yine aynı soruyu sorar.
-Kamber Ateş, nasılsın?
Anne cezaevine gelene kadar, Türkçe, sadece bu cümleyi öğrenmiştir. Ve konuşmak bir sırdır.