Birinci bölüm.
Kim der ki bir Malatya Kürdü ta Güney Kürdistan’da memleketinden bin kilometre uzaktaki Ranya’da kol gezecek. Bereye Kürdistan’a örgütü ve arkadaşları ile can vermeye çalışacak. İşte vatan ve millet aşkı, işte bu yolda can aşkı.. İşte bu yolda Mustafa Paşa Yamulki aşkı.. Raperin günleri bitmiş, Kerkük gerçek sahiplerini bulmuş, Nisan ayının ilk günleri yalnız bölge sömürgecilerinden değil, emperyalistlerden de Kürtlere fazla oluyorsunuz! nidaları yükselmiş, çarşıda pazarda un, şeker, yağ, patates kalmamış ve Keleşkof mermisi yok; vanası kapanmış! Yoklar oynanıyor. Mart‘ın sonu ilk haber Kerkük’ten gelmeye başladı. “ABD Saddam’a yol vermiş, Saddam cumhuriyet ordusu ve tanklarıyla Kürdistan!a saldırıya geçmiş. Helikopterleri Kerkük’te kimyasal gaz kullanmaya başlamış!” “Kimyasal Ali, “bu defa her yere kimyasal bomba atılacak” diyormuş…vs Saddam! Saddam! Kimyasal Ali, Kimyasal Ali.! Halepçe!, Hirran…Qaledize! Kürd'lerin hafızalarındaki “katliam” ve “yıkım” kodlarıdır. bunlar… Düşmanın kötü propaganda, psikolojik oyunları hırla Ranya sokaklarında.. Hepsi işe yarıyor. Düşmanın bütün cephelerde üstünlüğü görülüyor.. Çoluğunu çocuğunu kapan halk ise son surat arkasına bakmadan kaçıyor.. Geride kalan yol yürüyemeyecek zavallı yaşlılar. Üç beş kahraman. Şehitler ve yaralılar..Hiç bir güç onları durduramıyor. Ölüm, sanki sırtlarında. Bir şeyler yapmak gerekir…!? Kawa efsanesi bilgisi akla ilk gelen! İyi ki bu efsaneyi biliyoruz. Bizim kodlarımızdan biri de bu..! Ağzımızdan dökülen “Direneceğiz!” Berxwedan Jiyana! (Yaşamak Direnmektir!) Biji Kawa! (Yaşasın Kawa!) Bir Güneyli arkadaş; -Halka duyuralım bunu! Bir arkadaş; -Çok doğru Afişler hazırlandı. Hepsinde yazılı olan; “Berxwedan Jiyana! Biji Kawa! Sayımız oldukça az, kendi yanımıza Doğu Kürdistanlı Kürd gençleri kattık, Afişler ile topluca yürüyüşe geçtik. Eh, hiç olmazsa yürüyüş kortejinde dikkat çekecek bir kalabalık oluşturduk. Şehrin tam merkezi kavşağı olan meydanda durduk, afişlerimizi arkamızdaki duvarın en üst kısmına astık. Yolda kaçışan birçok insan için sloganlarımız, kılık kıyafetimiz, duruşumuz dikkat çekti. Kalabalık etrafımızda oluşmaya başladı. Güneyli arkadaş Soranca bağırıyor ve hitap ediyor; -Kuzey Kürdistan’dan Kawacı’lar yardımımıza gelmiş, Korkmayın! Direnmek Yaşamaktır! Onlara yardımcı olalım! Vatandaş soruyor; -Kaç kişiler? -Askeri bilgileri vermek doğru değildir! Anlaşılan duruşumuz karın doyurmuyor, sadece kafa karıştırıyoruz ama şaşırtıyoruz! Kafalara soru işareti koyuyoruz. Halkı ikna etmek için oldukça uğraştık.. Akşam olduğunda bizler kendi yolumuza koyulduk. Düşmanın top sesleri Çarkurna’dan geliyordu. Köysancak düşman eline geçmişti. Akşam istişarede bulunduk. Eldeki Doçkalar kullanılacaktı. Hava savunması halinde emir çıkmaksızın ateş açılmayacaktı. Yeterli ateş gücüne hava savunması için sahip değildik. Şehirde sabahleyin büyük bir sessizlik vardı. Ertesi gün ise sokakta in cin top oynuyordu. Şehir boşaltılmıştı. Üçüncü günü bütün yalnızlığımızı hissettik. Şehrin direniş gücü bizlerdik. Şehrin sahipleri yoktu! Ah! Ranya! Ah! Yalnız kalmıştık! Uzun nöbetler başlamıştı. Yiyecek yoktu. Bir arkadaşı yakındaki baraj gölüne el bombası ile balık avlamaya yolladık. Açlığın ne olduğunu iyi bilirdim. Su ve şekerli bir şeyler bulmak bizleri epey idare ederdi. Benim gibi tecrübeli arkadaşlar da yiyecek yokluğunu dert etmiyordu. Dördüncü günü sabahı bir arkadaş, kara kara düşünen arkadaşların dikkatini dağıtmak istercesine rüyasını anlatıyor; -Çok ilginç bir rüya gördüm. Rüyamda bir hapishanenin Müdürüyüm. Mahkumlar da hep Arap! Ama adamlara iyi davrandım onlara… ilginç değil mi? -Oldukça.. -Biz esir olmayalım da, müdür olursan, belki bizi aç bırakacağın bu günden belli! Şehrin içini gezerken Camiden yemek kokuları aldım. “Olmaya ki bir sığınmacı yada imam kalmış olsun”. Diye düşünürken. Kapıda on altı yaşlarında bir peşmerge! -Kaka ere çi digeri? (Kardeşim burada ne geziyorsun?) -Bı parezım. (Nöbetçiyim.) -Bo Ki? ( Kimin?) -Esirekan lı mizgefte. (Camideki esirlerin.) -Esir? (Esir mi?) -Bele, esire arebanakan..(Evet Arap esirler.) Bu duyduklarım çok garipti. Hemen Camiye yöneldim. Kapıya geldiğim de gözlerime inanamadım. Yüzlerce esir içerdeydi. Üç Emniyet Müdürü, altı general yüz on kişiye yakın askeri kadro; Albaylar, Binbaşılar, Yüzbaşılar ve Subaylar.. Esirler dahi geride bırakılmış ve kaçmışlardı. Kapıdaki on altı yaşındaki peşmergenin ve esirlerin şehirde ve geride olan bitenden haberi yoktu. Esir Arapları gözlerken, onları yemek yerken ve koyu bir sohbetin içinde buldum. Beni görünce sustular. Sessizliklerinin ölüm korkusu nedeniyle olduğunu sezdim. Ben de kaygı ile; - Hun mivanın, Metırsın! (Sizler misafirimizsiniz. Korkmayın!) Dedim ve geri döndüm. Aklıma Şeref Hoca’nın rüyası ve babamın “hapishanelerde daima harpta olsa aç kalınmaz” sözleri geldi. Bir an önce arkadaşları buraya çekmem gerekir. Diye düşündüm. Hızla oradan ayrıldım. Peşmergeye beş dakika sonra döneceğimi söyledim. Karargahımıza geldiğimde, Şeref Hoca; -Hayırdır hoca? -Hayırdır, hayır. Hadi rüyan gerçek oldu. Hapishaneye müdür oldun. Olan biteni kendisine anlattım. Şaşırdı. Tekrar arkadaşlar ile Camiye birlikte döndük. Olanları gözü ile gördü. Oldukça düşünceliydi. Şeref Hoca; -Yav, hoca ben müdür olamayacağıma karar verdim. Yapamam..! Dersim’li kardeşim çabucak olaya adapte olmuştu. Rüyasının gerçek olduğu belliydi. Oldukça düşünceliydi. Esaretin ne olduğunu biliyordu. Kendine bütün onurlu Kürdler gibi cezaevi müdürlüğünü de yakıştıramamıştı. Üstelik bu en öfkeli, en acımasız günlerde.. Devamı var...
hatirlamak...