Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 21 April 2009

Bir sinema salonunun karanlığında, yanımdaki koltuktaydın. Sol omuzum seni tanımlıyordu. Sen 18 yaşındaydın. On yıl önce sekiz yaşındaydın. Yani çocuktun. Ve ben senden büyük işler başarmanı bekliyordum. Beni alıp toparlamanı, gidecek bir yol göstermeni hatta o yolda elimi hiç bırakmamanı istiyordum. Sana eklemlenmek değil içine girip erimek istiyordum.
Olasılık üzerine kurulu bir yaşamda, yaşam adına ölüme daha yakın olmayı tercih etmiş çocuklardan oluşan, dar mekanların azınlığıydık. Jargonumuzda yaşamı uğrunda ölecek kadar sevmek gibi bir şey vardı.
Sen ve ben kurmacası daha başından olasılık dışıydı. Yaşamın sarmal kötülüklerine inat yan yana duruyorduk sadece.
Oradaydın, karanlığın içinde sıcaklığını duyuyordu tenim. Benim olmanı ve içimde kaybolmanı düşlüyordum.
Ne kadar sen olursam o kadar adanıyordum aşka. Aşk, bahsedilebilir şeylerden değildi.
Sol omuzum bu sezişin çekingenliğinde, sana değmeden bir güvenlik mesafesi büyütüyordu.

Beyaz perdede Blanca adında dağınık saçlı bir kız enternasyonali söylüyordu.
Eğilip:"Sana benziyor." dedin. Hoşuma gitti fısıldayışın.
Bir çarpışmada yitirmişti yoldaşını Blanca.
" No pasaran!"
Kalanlarla birlikte yemin ediyordu. Faşizme geçit yoktu.
David adında bir delikanlı, ta uzaklardan, bir ada ülkesinden gelmişti Blanca'nın ülkesine.
Darbe yemiş kıyımlardan kaçmış Alman komünistleri bile vardı fonda. Yeryüzünün bütün direnişçileri 1936'da İspanya'daydı. İnanmışlardı. Bu kez onlar kazanacaklardı. Barcelona özgürlüğün anayurdu olacaktı.
David seviyordu Blancayı.
Blanca ülkesini
"Ben seni seviyordum.
Sen ülkeni"
Sağlam gibi dursam da, geçekte perişandım içimin karmaşasından.
Perdedekiler marş söylerken yüreğimizde aşktan çok savaşmak arzusu depreşiyordu. İkisini bir tutuyorduk ve yanılıyorduk.

İhanete uğruyordu yurtseverler. Dipten ve derinden gelen bir hançer bıçaklıyordu onları. Stalinist gerillalar yoldaşlarını faşist olmakla suçluyordu.
"Silahlarınızı bırakın ve teslim olun." diyorlardı. Bu ihanet 600 bin kişiyi öldürüyordu. 40 yıllık bir faşist iktidarı şaha kaldırıyordu. Direnenlerin yoldaşlarına söyleyecekleri, kelimelere dökecekleri bir şey yoktu. Ancak yüzlerine bulaşmış kanı, tenlerine değen kurşun yaralarını gösterebiliyorlardı.
"Bu mu faşist olmak, özgürlük için tırnaklarınla savaşmak mı?"

Sen onların Ahmet Arif'i;
Olsaydı; Her yanım puşt zulası, cigaramdan yanar, alnım öperler; suskun, hain, çıyansı." Derlerdi. "Burada böyle bir repliğe ihtiyaç var." Diyordun.
Onların Ahmet Arif'i yoktu. İhanete gözyaşı ve hınçla karşılık verebiliyorlardı.
Blanca sırtından vuruluyordu. Silahını teslim etmeyen bir yoldaşına doğru koşarken beyaz gömleğine dağılıyordu kan. Sen Blanca'yı bana benzetmekten vazgeçiyordun.
Aklına geldi mi bilmiyorum. Benim için böyle bir ihtimal yoktu. Bir gün yoldaşlarımız öldürür müydü bizi?
David, Blancayı seviyordu"
Blanca'yı yoldaşları vuruyordu.
da Barcelona'da bir devrimin yolcuları,
Devrimin çocuklarını yiyordu.

İhanete kin kusuyordu yüreğimiz.
"Bu bizde olmayacak." diyordun. "Biz ihanete bulaşmadan, birbirimize kıymadan direneceğiz. Biz zafer alayları ile şehirlerde yürüdüğümüzde protokoller olmayacak. Hepimiz aynı alayın içinde halkı selamlayacağız. Kentsoylular, aristokratlar, cüppe ve silah soyluları olmayacak. Birileri kırılıp dökülürken parmaklarını kıpırdatmayanlar hadlerini bilecekler. Bizden esirgenen toprak sahiplerini bulacak. Ağalar, şeyhler, varsıllar" Dudakları uçuklayarak izleyecek geçişimizi. Bize inanamayanların yüzlerini göreceğiz o geçişte. Düşmanlarımız bile saygıyla eğilecek önümüzde"
Nasıl da inanıyordun söylediklerine. Soluksuz devam ediyordun.
"Mutlaka benimle gelmelisin. Bir gün o zafer alayında birlikte olmalıyız. Benim şehrimin darağaçları kurulmuş meydanları vardır. O meydanlardan birine David gibi denizlerden gelen bir komutanın heykelini dikeceğiz bir gün. Artık onun yurdu benim ülkem olacak. O zaman yeryüzünde ne kadar direnişçi varsa kıblesini benim ülkeme çevirecek.
Bunu kaçırmamalısın. Bir gün birbirimizi kaybederiz diye korkma. Ola ki ayrı düşersek ne kadar yıl geçmiş olursa olsun üstünden, mutlaka seni denizden gelen komutanın anıtı önünde, bulacağım."
Sinema salonundan çıkıp yağmurun yıkadığı ışıklı yollarda yürürken, sen sisli deniz şehirlerini bırakıp seninle ülkene gelmemi istemiştin.
İnanıyordum sana. O kadar inanıyordum ki denizleri ardımda bırakıp peşine düşecek kadar.
Yirmi koca yıl geçmiş üstünden bana verdiğin sözün. Yirmi yıl. Acısı - sızısı, direnişi, karmaşası ile yirmi koca yıl.
Şimdi içimde kırılan ve aldatılmış çok yer var. Ömrümüzü adadığımız bu hikâyede ihanet edilmiş çok kare var. Artık düşlerimize inanmayanlar var. Giderek çoğalan ve bizim yarattığımız üstten gören sınıflar var.
Yine de bir gün dediğin gibi" ;Üzerinden ne kadar yıl geçmiş olursa olsun." Bütün arınmışlığınla geleceğini o anıtın önünde buluşacağımıza inanıyorum. Bizim filmimiz bu, öyle bitmeyecek.
Adını biz koymamıştık bu filmin.
Finali beğenmeyip yenisini çektiğimiz bir filmdi. Kendi kadar ismi de güzeldi.
Ne
ve

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.