Ana içeriğe atla

Sayin Dara Cibran İle İsrail Devletinin Bağımsız Kürdistan Devletine İlişkin Açıklamaları Üzerine

Aso Zagrosi: Kürdler, farklı din ve mezheplere sahip olmalarına rağmen, Müslüman Kürdler İslam dünyasına yüzlerce ve hatta binlerce din alimini verdiler, „İslam dininin“ yayılmasında ve savunmasında yapılan savaşların ezici çoğunluğuna aktif bir şekilde katılmalarına rağmen, „İslam Kardeşliği“ adı altında devletlerini kuran Türkler, Araplar ve Farslar, Kürdlerin tüm ulusal ve demokratik haklarını yok ederek ve Kürdlere karşı jenosidler yaptılar. İslam kardeşliği maskesi altında Türkler, Araplar ve Farslar kendilerine helâl olarak gördükleri her şeyi Kürdler için haram olarak gördüler ve görmeye devam ediyorlar.( En basit ulusal haktan Bağımsız Kürdistan devletine ve eşit haklara sahip konfederal devletler gibi...) Dinsel ve ideolojik nedenlerden dolayı Kürd Müslümanları ve solcularına kadar Kürdlerde geniş bir yelpazenin düşmanlığı yaptığı İsrail’in Cumhurbaşkanı, Şimon Peres, Başbakanı Benjamin Netanyahu ve Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman en son yaptıkları açıklamalarda açık bir şekilde Bağımsız Kürdistan Devletini destekleyeceklerini deklere ettiler. İlk defa dünyada bir devletin en üst kademedeki yöneticileri bir ağızdan Bağımsız Kürdistan devletini desteklemek gerektiğini söylüyorlar. Bağımsız Kürdistan Meselesinin tartışıldığı bu tarihsel süreçte Kürdlerin tutumu ne olmalıdır?

Dara Cibran: İlk baştaki tespitinde önemli bir ayrım yapmak gerekir kanısındayım. Kürtlerin İslam öncesi ve sonrası süreçleri birbirinden tamamen farklı süreçlerdir. Kürtlerin modern tarihi ve siyasal süreçleriyle ilgili yapılacak her çalışma bu tür kategorik ayrımları arka planında tutmak durumunda. Zira Kürtlerin İslam öncesi kültürel ve toplumsal yapısı ile İslam sonrası dönem arasında ciddi farklılıklar söz konusu. Kürtler İslamı silah zoruyla kabul ettiler. Dicle ve Fırat onlarca yıl kan aktı, premodern dönemlerde dünyanın hiç bir yerinde rastlamadığımız bir muameleye maruz kaldılar. Araplar Kürtçeyi yasakladı!! Bu uygulamanın dünyada bir başka örneği yoktur. Dil, ancak modern dönemde ulus devletin ilgi alanına girer. Fakat İslam Kürtlerin dilini premodern bir devirde yasakladı. Kürtler islamı kabullendiler ve hizmet ettiler, yayılmasında hem askeri olarak hem de entelektüel emekleri vardır. Ancak İslam da bir üst kimliktir ve Anderson’un hayali cemaatler tanımlamasına birebir uymaktadır. Kürtler, kendi kimlikleriyle değil, ama islam şemsiyesi altında varlıklarını sürdürdüler ve İslam’a hizmet ettiler. Özgünlükleri kalmadı, kıtadan kıtaya savruldular, sürgüne gönderildiler.

Tarihimizdeki semboller, efsaneler, mitler, bir ulusun inşası için gerekli olan ulusal kahramanlar ve araçlar İslam sonrası dönemde neredeyse tümüyle değişti. Burada bir bilinç kırılması, eksen kayması söz konusudur. İslam sonrası dönemde Kürtlere sunulan tüm figürler ulusal bir liderden çok İslami bir lidere işaret eder.

İslam da tıpkı bütün diğer büyük ideolojiler (milliyetçilik, komünizm) ve dinler gibi bir hayali cemaattir. Kitlelerin üst kimliğini İslami düşünce belirler, o halde Kürt Müslümanlar ile Kürt meselesini dert edinen solcular Kürt karşıtı bir kimlikte buluşurlar. Birinde İslam diğerinde sol. Bu iki kesimin genel çerçevede anti-Siyonizm de birleşmeleri gayet doğaldır.

Sorunun ikinci kısmı için Jeopolitiğin önemi ve Ortadoğu politikaları incelenmeden sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacağını düşünüyorum. Bu yüzden bu bilgiler ışığında sorunun ikinci kısmına cevap vermeye çalışacağım.

Jeopolitik güç ve Ortadoğu

Dünya ve Ortadoğu ölçeğinde dehşet verici hızla gelişen olaylar yaşansa da, uluslararası ilişkilerde önemli bazı karakteristik özellikler olduğu gibi kalmaya devam ediyor, zaman aşımına uğramıyor.

Daha da açarsak, uluslararası ilişkiler sistemi; çokça duymaya alışık olduğumuz küreselleşme, neoliberal politikalar vs rağmen devlet merkezli kalmaya devam ediyor. Bizim coğrafyamızda da devletin gereksizliğini, sınırların anlamsızlığını dillendirenler az değil. Bunu savunan Kürtlerle bir potada buluşmak ne siyaseten mümkün ne bilimsel ve ahlaki olarak mümkün.

Devletlerarası ilişkiler ya da diğer ismiyle Vestfalya sisteminin hala da zamana direnen bazı karakteristik özellikleri vardır. Bunun birinci özelliği anti hegemonik oluşudur. Bu şu demektir: bir devletin yada bir grup devletin başka devletlere hükümranlık etmesine müsamaha göstermeyen bir özelliği vardır. Bu sistemin doğasında bir denge(leme) eğilimi vardır. Bu çok önemlidir ve devletlerarası ilişkilerde temeldir. (Konuyla ilgili daha detaylı bilgi için, 1907 de Alman kökenli bir İngiliz diplomat tarafından yazılan ve bugün de geçerliliğinden hiç bir şey kaybetmeyen The Crowe Memorandum adlı metne göz atılabilir)

Devletlerarası sistem belirli zamanlarda dalgalanmalara, gelgitlere maruz kalabilir. Toplumsal çalkantılar ve savaş gibi durumlarda sisteme bir reset atılabilir, yeni ortaya çıkan güçlerin sistemdeki konumları yeniden tanımlanır. Sistem değişik güçlerden oluşur: Sistemden memnun olup devamından yana olan devletler (status quo powers ) ile hoşnutsuz olan ve değiştirmeye yeltenen devletler (revisionist powers). Bunlar arasında her zaman bir etkileşim, etki tepki sureci vardır. 1. ve 2. dünya savaşlarını bu açıdan yorumlamak mümkün. Daha gerilere gidersek Fransız devrimi düzenden memnun olanlar ile olmayanlar arasındaki çatışmanın sonucu değil miydi.

1.dunya savaşının hemen öncesini düşünün; gücünün doruğundaki İngiltere ve bağlaşık devletleri ile diğer taraftan yükselişe geçen devletler söz konusu. Örneğin ekonomik ve askeri olarak süper güç olmuş bir ABD sahneye çıkıyor. 1905 Rus – Japonya savaşının bitmesine aracılık eden bir ABD söz konusu. Kısaca, uluslararası sistemdeki çatışmalarda taraf ya da aracı olan bir devlet büyük bir güç anlamına gelir. Şimdilerde ABD’nin Ortadoğu’daki rolü hakkında tarihsel olarak bir şey hatırlatıyor mu bu acaba?

Keza Japonya’yı düşünün, ilk kez Asyalı bir devletin (Japonya) Avrupalı bir devlet olan Rusya’yı yenmesi söz konusu. Yukarıda ifade ettiğimiz sistemden memnun olmayan ve değiştirmeye yeltenen bir Japonya profili karşımıza çıkıyor.

1.dünya savaşı öncesi İngiltere ile yükselişe geçen Almanya arasındaki çatışma başlı başına incelenmeye değer. Yukarıda bahsettiğim metin tam da yükselişe geçen ve dönemin Alman politikacılarının tabiriyle günesin altında kendilerine bir yer edinmeye çalışan bir devletin (Almanya), İngiltere’nin çıkarlarını nasıl tehdit ettiğini inceleyen analitik bir metin olarak değerini korumaya devam ediyor.

İkinci temel özellik, devletlerarası ilişkilerde dostluklar yoktur, karşılıklı çıkarlar vardır ve bu çıkarlar kombinezyonu ile stratejik işbirliği güç dengelerini oluşturur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devletlerarası düzen anti hegemoniktir ve bunu sağlamanın da yöntemi stratejik işbirliğinden geçer. İngiltere’nin son 300 yılda Avrupa’da yaptığı tam da budur. Bir devlet güçlenmeye ve kendisi için tehdit olarak algılanmaya başlandığı andan itibaren İngiltere bağlaşıklarıyla birlikte sürekli onun önüne barajlar kurup egemenlik kurmasına müdahale etmiştir. Hasta Osmanlının son 200 yılda varlığını devam ettirmesi de yine bu denge politikalarıyla açıklanabilir. Dağılması durumunda oluşacak boşluğu tek başına doldurabilecek bir devlet olmadığından belirli bir denge politikasıyla varlığının devamına karar verilmişti. Keza Osmanlı topraklarının paylaşımı da belirli anlaşmalarla ve bir devletin hegemonyasina yol verecek şekilde değil, belli bir denge içinde gerçekleşmiştir.

Şimdi bu temel ilkeler ışığında Ortadoğu’daki gelişmelere bakalım.

Öncelikle büyük devletlerin stratejik planlamalarında Doğu Akdeniz ve Ortadoğu (Iran körfezine kadar) yekpare bir alan olarak ele alınıyor. Bu noktanın altını çizmek gerekir. Bu coğrafyanın, yekpare bir şekilde algılanması bize geçmişte nelerin olduğunu, şimdi neler yaşandığını ve gelecekteki muhtemel gelişmeler hakkında fikir edinmemize yardımcı olur. Böylece Ortadoğu’daki likit iş ve güç birliklerinin açıklanmasında bize bazı ipuçları da verebilir.

Devletlerarasındaki ilişkilerin temeli karşılıklı ilişki ve işbirliğidir. Karşılığı olmayan romantik serzenişlerin ve taleplerin uluslararası ilişkilerde yeri yoktur. Ülkemde kültür merkezleri, üniversiteler mi açmak istiyorsun, sen de bana kendi kültürümü ve siyasetimi ülkende sunabileceğim merkezler açmama imkân ver! Konsolosluklar mı açmak istiyorsun; bende açabilmeliyim senin ülkende. Kısaca karşılıklılık ilkesi devletlerarası ilişkilerin olmazsa olmazıdır. Bu aynı zamanda yukarıda da bahsettiğimiz dengenin bir başka biçimidir. Karşılıklılık ilkesine bir de itibar ve saygınlık eşlik etmelidir. İş ve güç birlikleri karşılıklı güven, barış ve hâkimiyet sağladığı ölçüde vazgeçilmezdir. Oysa çatışmalar, tüm bunların sıfırlandığı bir oyuna sürükler bizleri. Ihtimalen taraflardan biri her şeyi kendine alarak diğer tarafı saf dışı bırakabilir. Devre dışı kalan taraf ise, ihtimalen bir süre sonra benzerleriyle bir koalisyon veya işbirliğine girişerek kendine düşeni talep etmeye baslar, Almanların deyimiyle her kes güneşin altında bir yer ister. O halde işbirliği ve güvenlikte karşılıklılık ilkesi devletlerarası ilişkilerin besmelesidir. Bir devlet diğerlerinin güvenliğini görmezden gelen mutlak güvenlik ilkesiyle hareket edemez. Kissinger ’in dediği gibi mutlak güvenlik hedefleyen devlet, son tahlilde kendisi dışındakilerde mutlak güvensizlik oluşturur. O halde itibar ve güvenlik uluslararası sistemin temel yapı taşlarından biridir.

Hobbes un Leviathan eserini bilirsiniz. Derki insan doğal ortamda mutlak özgürlüğünü elinde tutar. Fakat aynı zamanda sürekli bir korku ve güvensizlik içindedir ve geçinmek için gerekli ekonomik faaliyetlerini organize edememe tedirginliğini yaşar. Bununla birlikte kültür, sanat vb ürünlerin de engellendiği koşullar altındadır. O halde ne yapmalıyız? Leviathan’a, büyük lidere özgürlüklerimizin bir kısmını teslim ederek karşılığında bizleri dış tehlikelere karşı korumasını sağlamalıyız. Bilindiği üzere Letiathan’ın ilk baskısının kapağına büyük bir kılıç resmi konulmuştu ve bu kılıç sembolik olarak güvenliği temsil ediyordu.

Yukarıda Doğu Akdeniz ile Ortadoğu’nun süper güçlerin stratejik planlamalarında her zaman yekpare bir eylem alanı olarak yer aldığından bahsettim. Soğuk savaş süresince Almanya Avrupa coğrafyasında iki blok arasındaki kesişim, çatışma alanıydı. Almanya dışındaki ikinci çatışma alanı ve iki süper gücün yumuşak karnı ise Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’dir. Soğuk savaş sürecinde SSCB ile Batı arasındaki ideolojik ve siyasal çekişmenin de başlıca alanlarından biriydi. Her iki kampın da dışında kalan 3. dünyanın nereyle bağlanacağı konusu özellikle de Arap dünyasının paylaşımı konusu dönem için önem arz ediyordu. Burada ikinci bir faktör daha rol oynar; oda bölgenin yeraltı zenginlikleri özellikle de petrolün kontrolüdür. Petrol sadece bir enerji kaynağı değildir, aynı zamanda stratejik bir silahtır. “Oil as power” tam da bunu ifade eder. O halde bu enerji ve güce sahip alanın kontrol edilmesi stratejik öneme sahiptir. Yukarıda İngiltere’nin Avrupa’da egemenliğini tehdit edecek bir gücün yükselmesine müsaade etmeyen bir politika izlediğini açıkladım. Aynı politikayı 20.yy da ABD küresel düzeyde uygulamaya başlar. Monroe Doktrini olarak formüle edilen strateji tam da Avrasya’da yada başka bir coğrafyada ABD’nin uzun vadeli stratejik çıkarlarını tehlikeye atabilecek bir güç ve zenginlik birikimine müsamaha göstermeyen bir siyasettir. O halde ABD’nin Avrasya stratejisinin özü bu bölgenin parçalanması şeklinde özetlenebilir.

Bölgemize gelirsek, Israil’in Ortadoğu’daki büyük stratejisi nedir: Ortadoğu’nun mümkün olduğunca bölünüp parçalanması. Ne kadar çok devlet ortaya çıkarsa Israil için o kadar iyi. Kürtler bu anlamda Israil’in her zaman ilgi alanında olmuşlardır. Bu, Israil’in stratejik planlamalarının bir parçasıdır.

Ortadoğu, sahip olduğu kaynaklarla büyük devletlerin stratejik çıkarlarını tehdit edebilecek güçlü bir devlet ortaya çıkarma potansiyeline sahip bir coğrafyadır. O halde yukarıda ifade edilen iki kamp arasındaki ideolojik çatışmanın alanı olduğu gibi jeo-stratejik çatışmanın da merkezlerinden biriydi. Sovyetlerin bu bölgeyi ele geçirmesi demek sanayisi büyük oranda Ortadoğu enerji kaynaklarına bağımlı olan Avrupa’nın boğazlanması demekti. Avrupa’nın diz çökmesi demek de tehlikenin direk ABD’ye yönelmesi demekti.

Burada hemen bir not düşelim, ne ABD’nin ne de Sovyetlerin petrole ihtiyacı vardı. ABD dünyanın en büyük petrol üreticisiydi. Sovyetler de onu takip ediyordu. O halde Ortadoğu siyaseti petrolün ötesinde jeo-politik bir önem söz konusuydu.

Soğuk savaş döneminde 58 - 68 arası Akdeniz de önemli ve tehlikeli oyunların cereyan ettiği yıllardır. ABD’li askeri stratejistlere göre Sovyetlerle olası bir savaşta kullanılabilecek üçlü bir saldırı mekanizması vardı: 1- Havadan saldırı (ki bunlar Sovyetlere yakın üslerden hareket edeceklerdi, batı Avrupa, Türkiye gibi ülkeler), 2-Yerden fırlatılan füzeler ve 3 -En önemlisi de denizaltılardan fırlatılan uzun menzilli füzeler ki bunların ilk sürümlerinin menzili yaklaşık 800 mil civarındaydı. Hedefte Moskova ve diğer sanayi şehirleri vardı. ABD’nin İskoçya’da ve İspanya’da iki üssü mesafe olarak bu saldırı planına cevap vermiyordu. Bu bağlamda Doğu Akdeniz önem kazanmaya başladı ve bugünkü Kıbrıs yakınlarında, Polaris adlı denizaltı füzelerinin denemeleri yapıldı ve geliştirildi. ABD bu dönemde Akdeniz’in tüm enerji haritasını da çıkararak bölgenin zengin doğalgaz ve petrol kaynaklarını keşfetti.

Sovyetlerin de Akdeniz’de üs kurma çalışmaları tam da bu zamana denk düşer. Bu dönemde bolgedeki iki kampa ait toplam savaş gemisi sayısı 160’ı geçer. Rus donanmasının babası sayılan Koskof “Sovyet Anayurdu eğer Akdeniz’den tehdit ediliyorsa Rus donanması da Akdeniz’de geliştirilmelidir” sözleriyle olup biteni özetliyordu. Kıbrıs’tan dünyanın en önemli stratejik noktası olarak bahseder Koskof anılarında. 1962 deki Küba krizini saymazsak, soğuk savaş boyunca Doğu ile Batı arasındaki en önemli çatışma alanı Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’dur.

Süveyş kanalı krizinin başladığı dönem ABD Ortadoğu’da yandaş krallıklarla ilişkiler geliştirirken, Arap dünyasında Naser’in öncülük ettiği batı karşıtı siyasal hareketler de boy vermeye baslar. Sovyetler bu fırsatı değerlendirerek Ortadoğu’ya yerleşir.

1979 yılında Ortadoğu’daki dengeleri topyekun değiştiren ve bugünü de kısmen anlamamıza yardımcı olacak bir gelişme olur. İran’da İslam devrimi. Bu, ABD için en büyük bölgesel ortağını kaybetmesi demekti. Böylece bölgeyi kontrol etmekte ciddi zorluklarla baş başa kalır. Zira SSCB de aynı yıl Afganistan’a girerek istikrarsızlık yaşayan Afgan yönetimine destek olur. Bu bakımdan Şah’ın yıkılmasıyla oluşan hegemonik boşluk kabul edilebilir değildir ABD için. Asıl korkusu Sovyetlerin Afganistan üzerinden Pakistan’a oradan da Hint okyanusuna ulaşmasıdır. Hint okyanusuna inildiğinde Iran körfezinden çıkan Petrolün denetimi sağlanabilecekti.

Bütün bu olup bitenler eşliğinde ABD başkanı Carter 1980 de bir doktrin ilan etti, ilk kez ABD kendi ulusal sınırları dışındaki bir coğrafyayı (Iran Körfezini) ABD’nin temel çıkarları bakımından mutlak önemde bir yer olarak tanımladı. Ve bu bölgeye müdahale edecek her güce karşı her türlü yaptırıma girişeceğini açıkça ilan etti. Uluslararası ilişkiler tarihinde oldukça dikkate değer bir metindir bu. Bu noktada Türkiye önem kazanmaya başladı. Türkiye’de özellikle Kürt illerinde üsler oluşturulur. ABD- Israil ilişkileri pekiştirilir. Böylece ABD daha bu dönemde dinamik olarak bölgeye girer, kontrol etmeye başlar. Bunların devamı da 1990 - 1991 deki birinci körfez savaşıdır ve akabinde 2003 teki Irak’a müdahaledir. Bugün de olup bitenler bu siyasetin devamıdır.

Kısaca özetlersek Şah’ın yıkılması ABD’nin bölgeye direk ve organize müdahalesine zemin hazırladı. İkinci olarak da Türkiye’nin bölgesel rolünü yükselterek onu stratejik iş ortağına dönüştürdü. Soğuk savaş döneminde Sovyetlere karşı kullanılmak üzere üslerini açan Türkiye şimdi Şah’ın yıkılmasıyla da Ortadoğu’da İran’ın oynadığı rolü kaparak bölgesel güce oynamaya başladı.

1980 ile 1988 arasında uluslararası ilişkilerin ikiyüzlülüğünü açık şekilde ele veren bir savaş cereyan etti. Iran- Irak savaşı. Amaç kontrolden çıkan İran’ı dizginlemek. Bunun için Saddam’a yeşil ışık yakılarak ve her türlü silah desteği sağlanarak İran’a saldırtılır. Bu savaş 20. yüzyılın en kanlı savaşlardan biri olarak tarihe geçti. Dünya silah envanterindeki bütün silahlar bu savaşta denenmiştir; Saddam’ın kimyasal silah kullanımı ilk önce İran’a karşı gerçekleşmiştir. 1988lere gelindiğinde kısmen de olsa Iran kontrole alındığında Saddam’a bir pirus zaferi kazandırılarak savaş sonuçlandırılır. Saddam elindeki silahlarla savunmasız Kürtlere yönelir, birkaç saat içinde 6 bine yakın çocuk ve kadın kimyasal silahlarla can verir. Cesetleri yollarda kaldı.

2003’teki Irak müdahalesi ülkede rejim değişikliğini ve demokratikleşmeyi hedefleyen bir müdahale olarak gerçekleşmiştir. 1950’lerden itibaren ABD Dış İşleri Bakanlığı çekmecelerinde duran rejim değişikliği planları pratikte fazla zemin bulamayacaktır. Arap Baharı olarak da adlandırılan süreçler bir bakıma Irak’ta 2003’te denenen rejim değişikliğinin başka ülkelerdeki tarihsel olarak gecikmeli ortaya çıkmış halidir. ABD’deki strateji uzmanlarına göre bir dönem kendilerine hizmet etmiş bu diktatör rejimler artık miyadını doldurmuş ve batının değerlerini benimseyen, buna göre değişmesi gereken devletlerdi. Bu eski ortaklar batı değerlerine ayak uydurdukça batı kendisini daha fazla güvende hissedecekti. Bu anlamda bu ülkelerin NATO konsepti içinde durumlarının reorganize edildikleri şüphe götürmez. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç kuşkusuz çok yönlüdür ve çok daha derin nedenleri, toplumsal karşılıkları da olan süreçlerdir. Ancak uluslararası ilişkiler açısından bakıldığında daha yalın ve anlaşılır görünmektedir.

Şimdi Kürdistan meselesi bakımından hayati önem arz eden bazı olguları hatırlatarak Kürtlerin bu süreçte nasıl hareket edebilecekleri üzerine duralım. Verilere bakalım.

Öncelikle Türkiye- Israil ortaklığı ciddi şekilde zarar görmüştür. Israil devletinin kurulduğundan beri devam eden ve 2000’li yılların başlarında çatırdamaya başlayan bu ortaklık bir dizi nedenden dolayı bozulmaya başlamıştır. En önemli neden ideolojik olmaktan çok jeopolitiktir. Kimi analizlere göre asıl sorun dindir. Buna göre Kemalist elit TC’yi yönettiği sürece sıkıntı yoktu, şimdi İslamcıların yönetimindeki TC’de dini nüanslar öne çıktı ve Israil ile olan seküler uyum bozuldu. Kısmen doğruluk payı olmakla birlikte asıl sorun jeopolitiktir. Soğuk savaş sonrası bölgesel süper güç olmaya oynayan Türk devletinin, Davutoglunun formüle ettiği Yeni Osmanlıcılık idealiyle bölgeye egemenlik kurma cabalarının Israil’in bölgesel politikalarıyla çatışmasını görmekteyiz. Doğu Akdeniz Israil için hayati önemdedir ve Batı ile arasındaki göbek bağıdır. Üç taraftan düşmanlarıyla çevrili olan Israil’in tek oksijen tüpü Doğu Akdeniz’e açılan kapısıdır. Türkiye, tam da bu alana göz dikmiştir ve bu süreç Israil ile ortaklığın bozulmasıyla sonuçlanmıştır. Mavi Marmara vb olaylar sadece bu politikanın semptomları olarak vuku buldu. Bu olayların arkasında politik ve jeo-stratejik çatışma söz konusu. Türk - Israil ortaklığının bozulduğu süreçten hemen sonra Israil – Kıbrıs – Yunanistan işbirliği başladı. Bu üç devletin şu anda Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama ve çıkarma çalışmaları devam ediyor. Kıbrıs Rum cumhuriyeti ile Israil arasında kıta sahanlığı konularını anlaşmayla sonuçlanmış durumda. Böylece doğal gaz ve petrol aracını elde edecek bir Kıbrıs güç kazanacak. Aynı şey Yunanistan ve Israil için de geçerli.

Sahnenin diğer tarafında olanlara bakarsak, 10 yıllık süreye rağmen Irak Anayasasının öngördüğü federal devletler (Sünni ve Şii) kurulamadığı gibi iktidardaki Şii çoğunluk, bir dönem Saddam’ın Kürtlere ve Şiilere dönük politikalarının benzerini Sünni azınlığa uygulamış, nüfusun yüzde 30’dan fazla olan bu kesimlerini siyaset alanının dışına itmiştir. Bugün ISID’in cirit attığı alanları kendisine altın tepside sunmuştur. Kürtlere dönük ise her seferinde tehditler savurmuş, merkezi hükümet en yetkili ağızlardan (başta Maliki olmak üzere) Kürtleri bir kaşık suda boğmak için fırsat kolladıklarını açıklamış, Kerkük ile ilgili olan 140. Maddeyi bilinçli olarak uygulatmamış, Kürtlerin payına düşen petrol gelirlerine el koymuş, son olarak da Ocak ayından itibaren Kurdistan’a bütçeden tek kuruş aktarılmamıştır. Savunma için özellikle ABD’den alınan silahlardan Mesrur Barzani’nin tabiriyle “tek bir kurşun” bile Kürdistan yönetimine verilmemiştir. Ayni silahlar ISID’in Musul baskınında geride bırakılarak bir nevi ISID’e teslim edilmiştir.

Kürtlere bu noktadan sonra büyük sorumluluklar düşmektedir. Şu dakikadan itibaren emperyalist devletlerin 20 yy başlarında cetvelle çizdikleri sınırların bekçiliğini yapamazlar. Irak’ın yekpare olarak devamının şartları kalmamıştır. Son 10 yılda Irak’ın bir bütün olarak durmasında emeği olan Kürtler çekilip kendi bağımsız devletlerini ilan etmelidir. Bu anlamda Kürdistan bölge başkanı Sayın Mesut Barzani’nin referanduma gitme ve Kürtlerin kendi gelecekleri ile ilgili kararı Kürtlere danışma fikri döneme denk düşen, zaman kaybedilmeden yerine getirilmesi gereken isabetli siyasal bir karardır. Öncelikle oluşacak devlete uluslararası meşruiyet kazandırmış olacaktır, devamında da Kürdistan’daki bağımsızlık karşıtı güçler (PKK, PYD YNK’nin bir kısmı) Kürt Halkının iradesine çarpacaktır. Bu anlamda Kürdistan’da saflar netleşecek, kontra programlarla karanlık dehlizlere mahkum edilen bağımsızlıkçı düşüncenin onu açılacaktır.

Kürtler önlerine çıkan bu tarihi fırsatı kaçırırlarsa belki bir yüz yıl daha devletsiz yaşamaya mahkum kalacaklardır. 20 yy başlarında Kürtlerin devletleşememesi onlara tam bir yüzyıl boyunca katliam, sürgün zehirli gaz olarak geri döndü. Hâlihazırda 35’in üzerinde devlet bir Kürt devletini açıkça tanıyacaklarını deklere etmişken, bazı büyük devletlerin bile Kürtlere devlet olmaları yönünde çağrı ve tavsiyeleri varken Kürtlerin tereddüt ve kararsızlık geçirmesi ancak bir ulusun intiharıdır.

Bu noktada en baştaki sorunuza dönersek, neden Israil devletinin en üst düzey yetkilileri Kürt devletinin kurulmasından yana?

Bunun bir sürü nedeni var, ilk önce Israil’in Ortadoğu politikasıyla ilgilidir. Israil sadece Kürt devletinin kurulmasından yana değil, Ortadoğu’nun mümkün olduğunca küçük devletlere bölünmesinden yanadır.

İkincisi, sosyolojik, tarihsel ve belki de duygusal nedenlerle açıklanabilir. Şöyle ki, 20 yy başlarında Bağdat’taki en büyük etnik grup kimdir diye sorarsak herhalde çoğumuz bilmeyiz. Ama bunun cevabi Yahudilerdir. Yahudiler 1. dünya savaşının başlaması ve Arap milliyetçiliğinin bölgeyi kasıp kavurmasıyla Bağdat başta olmak üzere Irak’tan göç ettiler. Israil devleti kurulana kadar Kuzey Kürdistan’da da mesela Amed’de de hatırı sayılır bir Yahudi nüfusu vardı. Israil’in kurulmasından sonra buraya göç edenlerin çoğu Israil siyasetinde üst düzeydeki makamlarda görev aldılar. 50’li yıllardan beri bütün Israil kabinelerde Kurdistan coğrafyasından göç eden kişiler de yer aldı. Göçün yarattığı toplumsal travmanın etkisiyle Yahudiler Kürtlerle daha kolay empati kurdular, bu yüzden Israil geçmişten beri Kürtlere kayıtsız kalmadı.

Üçüncüsü de ABD’nin bölge politikası ile Israil siyaseti bugün paralel ilerlemiyor. Bu ilk kez de yaşanmıyor, daha önceleri de bir kaç kez yasandi. 2. Dünya savaşından hemen sonra Roosevelt; yakın tarihte Clinton ve şimdi de Obama, Israil ile arayı açan politikalar devreye soktular. ABD’nin günümüzde İran’la müzakerelere başlamasına karşın Israil ciddi şekilde rahatsızlığını ifade etmişti. Şimdi Irak politikasında da görüş ayrılıkları ayyuka çıkmış durumda. 25 Haziranda Beyaz Saray’da Obama ile bir araya gelen Simon Perez açıkça birleşik Irak politikasının çöktüğünü ve Irak’ı kurtarmaktansa bağımsız ve demokratik bir Kürdistan’a destek vermenin daha akılcı olacağının altını çizmiştir.

Kürdistan bölge hükümeti, Israil’den kendisine uzatılan yârdim elini geri çevirmemelidir. Bu eli, Kürdistan’ı ABD’de de ve uluslararası diplomasiye taşıyacak bir müttefik olarak karşılamalıdır. Unutmayalım bir gücün uluslararası arenada kabulü arkasındaki ekonomik ve siyasi desteğin gücüne de bağlıdır. Kürtler diplomasiye çıkarak dostlarını çoğaltmalı, gerçek ve bağımsız bir ülke gibi davranmalıdır. Hâlihazırda ABD’de Demokratlar içinde Kürtlere destek olalım diyenlerin sayısı artmakta ve fısıltı gazetelerinin gayri resmi bilgilerine göre yılsonu itibariyle Kürtlere BM’lerde gözlemci statüsü verilmesi fikrinin ciddi şekilde ele alındığı yayılmaktadır.

Güney Kürdistan hareketi, tarihinin hiç bir döneminde açıkça bağımsızlık hedeflemediği halde günümüz koşulları omuzuna bu yükü vermiştir. Sayın Barzani’nin süreci iyi okuduğunu ve bu kez bu noktadan sonra geri adım atmayacağını ümit ediyorum. Zaman aleyhimize işliyor. ISID eylem ve etki alanını genişlettikçe Türkiye ve İran’ın bölgeye müdahale olasılıkları da artmaktadır. ABD ile birlikte Iran ve Türkiye’nin de istediği bir durumdur bu. Ihtimalen Maliki yerine daha ılımlı biri başbakanlığa getirilerek Irak’ta İran’ın tercihleri tekrar hayat bulacak ve Kürtler yine devletleşemeden belki de çok büyük yıkımlarla karşı karşıya kalacak. O yüzden Kürt Devleti arkasındaki %95 in üzerindeki kitle desteğiyle hemen ilan edilmelidir. Asıl sorun, ISID ile mücadele değildir, Peşmerge güçleri ISID’a karşı caydırıcı bir güç olduğunu göstermiştir, devlet olma şansını yitirdiğimiz zaman bölge devletlerinin ve Kürdistan’daki bağımsızlık karşıtı iç güçlerin saldırılarını bertaraf edemeyiz.

Gün, bağımsız Kurdistan fikrini tarihin çöp sepetine attık diyenleri çöp sepetine atacağımız günlerdir. Bağımsız, onurlu bir Kürdistan’ı kurma günüdür.

Gün, büyük gündür. Yürekleri ve hayalleri küçük olanlar sussunlar.

Yeni Yorum yaz

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.