Ana içeriğe atla

MUSTAFA KEMAL HARBİ VE MİSAK-I MİLLİ

Sayın Beşikçi Hasan Bildirici ile yaptığı ropörtajda, TC kurulma sürecinde Kürtlerin durumu için yaptığı değerlendirmede ; O dönemde, “düşmanın elinde esir olan Padişahı kurtarma”, İslamı kurtarma”, “İslamın, İslam ülkelerinin, düşmanın ayakları altında çiğnenmesine karşı olma”, gerek Mustafa Kemal tarafından, gerek Kuvayı Milliye tarafından, Kemalist hareket tarafından sık sık dile getirilen bir düşünceydi. Fakat, İslamın kurtarılmasına böylesine vurgu yapanlar, sıra, Kürtlerin haklarına, hukukuna gelince, Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal devletlerle bir olup Kürtlerin başına lanetli bir çorabın geçirilmesini sağladılar Bu da saptanması, izlenmesi gereken bir süreçtir. Bu süreci Kürtler, ancak, kendi akıllarını kullanarak kavrayabilirler. Türk düşüncesini, Türk solunun, Türk sağını, Türk dinsel akımlarının aklıyla, terminolojisiyle bu temel süreç kavranılamaz. demektedir. Bu doğru ve uyarıcı değerlendirme üzerine, 1999 ocak ayında yazdığım bu makaleyi gözden geçirerek bu dönemin Kürtler açısından bir değerlendirilmesi olarak yayınlamayı uygun buluyorum. 1919-1922 Yıllarını türk resmi ideolojisi “kurtuluş harbi dönemi” , “bağımsızlık mücadelesi yılları” gibi kavramlarla adlandırmaktadır. Yazıda öncelikle bu kavramlara yönelik itirazımızı ve aynı döneme ilişkin kendi argümanımızı açıklayıp ardından misak-ı milli teriminin içeriğine yönelik bazı tesbitlerde bulunacağız. Bilindiği üzre kurtuluş harbi, bağımsızlık savaşçıları gibi kavramlar özellikle Afrika, Latin Amerika, Uzak Asya gibi batılı emperyalist devletlerin sömürgesi olarak yaşamış ulusların peşpeşe ayaklanmaları ile kullanılıp yaygınlaşmış ve içerdiği anti sömürgeci öz nedeni ile de haksız savaşlardan ayrı tutulup dünya halklarının belleğinde onurlu mücadeleler olarak anılır olmuşlardır. Dolayısıyle bu iki kavramın ilk anda çağrıştırdığı sömürge olma durumu ve sömürgeciye karşı verilen onurlu savaş direniştir. Oysa Osmanlı imparatorluğu tarihinin hiç bir döneminde klasik anlamda sömürge bir devlet olmamıştır. Fikret Başkaya’nın belirttiği gibi “Osmanlı hiç bir zaman doğrudan sömürge olmadı. Yıkıldığı güne kadar emperyalist batı’nın ekonomik diplomatik yarı sömürgesi durumunu muhafaza etti.“Osmanlı imparatorluğu 1. emperyalist paylaşım savaşına taraf olarak katıldı”. Dünyayı yeniden paylaşmak amacı ile başlatılan bir savaşa taraf olarak katılan bir devlettir. 1820 li yıllarda Yunanistan’da başlayan Balkan ülkeleri bağımsızlık savaşları 1. Emperyalist paylaşım savaşı öncesinde tüm balkanları kapsamış ve bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ile sonuçlanmıştır. Bu arada, Kuzey Afrika’daki Osmanlı sömürgeleri ise Avrupalı güçler arasında paylaşılmıştır. Diğer yandan Arap, Ermeni ve Kürtler arasında da bağımsızlık eğilimlerinin giderek güçlenmesi o zamanki İttihat ve Terakki yönetiminin lider kadrosu Enver , Talat ve Cemal paşaların kaybedilen toprakların geri alınması ve çökmekte olan Osmanlı’yı yeniden canlandırarak Büyük Turan’ı gerçekleştirmek için Almanya’nın yanında 1. emperyalist paylaşım savaşına katılmaya karar vermişlerdir. Tarihte eğerlerin yeri olmadığını biliyoruz ama bunu söylemekten de kendimizi alamıyoruz. Eğer Osmanlı imparatorluğu Almanya’nın yanında bu savaştan galip çıkmış olsaydı yani bu savaşın mağduru değil galibi olmuş olsaydı bu galibiyetin ödülü olarak başka halkların toprağını işgal etmeyecekmiydi? Ancak savaşın mağlubu olduğu için belli bedelleri ödenmesi gerekmiştir. Zaten Almanya ve Avusturya- Macaristan imparatorluklarıyla imzaladıkları anlaşmalarla diğer devletlerce talep edilen bedelleri ödemişlerdir. Nihayetinde işgal ve fetih amacıyla girilen bir savaştan zararlı çıkılmış ve Mondros mütarekesiyle ordular dağıtıldığında, Osmanlı ordusunda görevli subaylar varlık nedenleri olan devlet ile ordu vb. kurumları yeniden var etme arayışlarına girmişlerdir. Fikret Başkaya Paradigmanın iflası isimli kitabında “Eğer bir ülke dünyayı yeniden paylaşmak isteyen taraflardan birisinin yanında bu savaşa katılıyorsa, her halde amaç paylaşımdan pay kopartmaktır. Emperyalist paylaşım savaşına katılan bir devletin anti emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi mümkün müdür? Resmi tarihçiler ve resmi ideoloji üreticileri bu ”açmaz”ın farkında oldukları için olayların tahlilini Yunanlıların İzmir’e çıkmasıyla başlatıyorlar. İmparatorluğun geniş bölgelerinin neden emperyalistler tarafından işgal edildiğinden pek söz etmiyorlar” demektedir. Ardından Mustafa Kemal henüz tamamen yok olmamış ve yeniden bir güç olmak isteyen subay ve ordu mensuplarını bir araya getirmeyi başararak İttihat ve Terakki hükümetinin savaş sırasında uyguladığı Milli iktisat politikaları çerçevesinde Trakya, Anadolu ve Kürdistan’dan göçertilen katledilen azınlıkların mallarına göz dikmiş yerel eşraftan kişilerle beraber bir “karşı saldırı” örgütlemişlerdir. Yıllardır süren aralıksız savaşlar, seferler nedeni ile darmadağın olmuş halkın ne savaşacak, ne de bu işgal durumuna itiraz edecek hali vardır. Bu koşullarda, Anadolu’da gerçekten çok sınırlı bir katılımla sürdürülen bu savaş sonucunda Mustafa Kemal ve ekibi galip çıkmıştır. Mustafa Kemal, kendini Osmanlı padişahında bile olmayan yetkilerle donatarak ebedi şefe dönüştürürken azınlıkların “rum ve ermeni mallarını yağmalayan”, evlerine arazilerine el koyan yerel eşraf ve ağalarda toplumun tartışmasız sömürgeci sınıfı olarak tarihte yerlerini almışlardır. Bundan dolayı, 1. emperyalist paylaşım savaşının devamındaki döneme “kurtuluş savaşı” ve/veya “bağımsızlık savaşı” olarak adlandırılması doğru değildir. Bu dönem mutlaka adlandırılacaksa beyinleri resmi ideoloji ile sakatlanmamış kürt yaşlılarının kullandığı “Mustafa Kemal Harbi” terimini hatırlatmakta ve önermekte yarar vardır. Çünkü Kürt yazar ve konuşmacıları konuyu bilmelerine rağmen kavram sıkıntısı çekmelerinden dolayı yazı ve/veya konuşmalarında hala bu kavramları tırnak içinde de olsa kullandıklarını gözlemekteyiz. Oysa ki resmi ideoloji ile hesaplaşmış bir bilim adamı olan Fikret Başkaya bu dönemi “milli mücadele” terimi ile ifade etmektedir. Bu kavram bu dönemi tam olarak tam olarak tanımlayamamaktadır. Zira, sözkonusu olan milli mücadele olmayıp emperyalist savaşın Osmanlı ordusunun bir kliğinin yararına sürdürülmesidir. Yani Osmanlı adını koruyarak iktidarını oluşturamayacağını bilen Mustafa Kemal, savaşı kendi iktidarını oluşturmak için bir araç olarak kullanmış ve İngiltere’yle işbirliği içinde Osmalı’yı tasfiye ederek kendi devletini kurmuştur. Bundan dolayı, kendine TC’yi kurma olanağı sağlayan 1919 – 1922 arasındaki dönemi “Mustafa Kemal Harbi” olarak adlandırıyoruz. İkinci kavramımız 28 Ocak 1920 de ki Misak-ı milli kavramıdır. Kemalistler Misak-ı millinin Mustafa Kemal tarafından oluşturulmuş gerçekçi bir ülke politikası olduğunu söyleyerek misak-ı millinin Türklerin yaşadığı bölgeleri tanımladığını savunmaktadırlar. Bu anlamda Cumhuriyet ile oluşturulan ulus devletin sınırları içinde Türk ulusunun yaşadığını bununda bir anlamda Enver, Talat ve Cemal paşaların yayılmacı politikalarına ters bir durum olduğunu ve kendilerinin gerçekçi bir politika uygulayarak yayılmacı bir amaç taşımadığını belirtmektedirler. Bu iddialara bakıldığında misak-ı milli ile belirlenen sınırlar içinde sadece Türkler yaşamaktadır. Kürtler ve diğer halklar bu teze göre yok sayılmaktadır. Bir ikinci iddia ise bu Mustafa Kemal tarafından oluşturulmuş denilerek Mustafa Kemal tanrılaştırılarak dokunulmaz bir pozisyona taşınmaktadır. Bir üçüncü iddia ise Misak-ı Milli’nin gerçekçi bir politika olmasıdır ki bu tezde doğru olmayıp resmi ideoloji tarafından empoze edilen yapay bir önermedir. Kemalistlerin tezlerinin yanlışlığını olgulara dayanarak göstermek durumundayız. Mustafa Kemal, Sivas kongresinin ardından Ali Galip ile İngiliz binbaşı Noel’in Damat Ferit’in emri ile kendisine karşı bir suikast hazırladıklarını ve bunun başarısızlığa uğratıldığını belirterek damat Ferit hükümetiyle bir telgraf savaşına girişti. Bu süreçte istanbul hükümetini tanımadığını bildiren Mustafa kemal telgraf hatlarına el koydu. Vergileri toplamaya başlayarak İstanbul’a bağlı memurların yerine kendi çevresinden adam atamaya, karşı geleni de idam etmeye başlayarak fiili olarak alternatif bir hükümet haline geldi. Üç haftalık kriz sonucunda işgalci güçlerin soruna çözüm istemesi sonucu padişah Vahdettin, Damat Ferit hükümetini 2 ekim 1919 da azlederek yerine Ali Rıza Paşa’yı sadrazam olarak atayarak krizi aşmıştı. Yeni hükümetin üyeleri çoğunlukla kemalist harekete ılımlı bakan kişilerden oluşuyordu. Bir anlamda uzlaşma hükümeti olan yeni hükümet göreve başladı. Ali Rıza Paşa en kısa sürede seçimleri yaparak yeni parlementonun oluşturulacağını ilan etti. Bunun üzerine, Mustafa Kemal ve ekibi ile milliyetçiler bu parlementoda yer almak üzere seçim hazırlıklarına girdiler. 1919 yılı aralık ayında sonuçlanan seçimlerde Erzurum’da aday olan Mustafa Kemal’de millet vekili seçildiğinde parlementonun yani Meclis-i Mebusan’ın İstanbul yerine Anadolu’nun güvenli ve kendi kontrollerinde olan bir kentinde toplanmasını diretti ise de çoğunluk İstanbul’u istediği için meclisin İstanbul’da toplanmasına karar verildi. Mustafa Kemal kontrolu elinde tutabilmek için karargahını Sivas’tan Ankara’ya aralık ayı sonunda taşıdı. Ankara batıyı Kürdistan’a, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan demiryolları üzerinde idi. Ayrıca önemli bir haberleşme ve telgraf merkezi idi. İstanbul’a meclis-i mebusan toplantılarına giden milletvekilleri Ankara’ya uğrayıp Mustafa Kemal’le uzun görüşmeler yaptılar .Bu görüşmeler de Mustafa Kemal milletvekillerine Sivas ve Erzurum kongrelerinde alınan kararlara uygun kararların alınmasını telkin etti. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın açılışından 2 hafta sonra ( 28 ocak 1920) Sivas ve Erzurum kongrelerinde alınanlara benzeyen kararları misak-ı milli adlı belgede toplamıştır. Yani Mondros Mütarekesinin imzalandığı anda henüz işgal edilmemiş olan Osmanlı topraklarının bölünmez bir bütün olduğunu son Osmanlı meclis-i mebusanı tarafından karar altına alınmıştır. Musul Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından misak-ı milli sınırları içine alınmıştır. Musul sorunu misak-ı milli kararlarının esas alınması nedeni ile doğmuştur. Bu arada, Arap ülkelerinin ise kendi kaderlerini belirlemeleri istenmekte, 1878’den beri Rusya tarafından işgal edilmiş olan Kars, Ardahan ve Batum vilayetlerinin Osmanlı’ya iadesi, kapitülasyonların kaldırılması, Versailles ve Trianan anlaşmaları hükümlerinin azınlıklara uygulanması, boğazların ve İstanbul’un güvenliğinin sağlanması kaydiyle uluslararası trafiğe serbest olması alınan kararlardandır. Ayrıca Türk ulusunun tam egemenliği ve bağımsızlığının galip güçlerce tanınması istemektedir. Dikkat edilirse, misak-ı milli belgesi T.C.nin en önemli kurucu belge ve politikalarından biridir ve bu belgeyi yıkmakla, ondan kopmakla çok övündükleri tü-kaka ilan ettikleri Osmanlı Meclisinin işgal altındaki başkenti İstanbul’da alınan bir karardır. Ne işgalci güçler ne de Padişah bu kararların alınmasına engel olamamış ve/veya olmamışlardır. Hatta hilafet yanlısı Rauf Orbay bu kararların mimarıdır ve sonradan bu nedenle İngiltere tarafından Malta adasına sürgüne yollanmıştır. Yani kemalistlerin misak-ı milliden sebep Mustafa Kemal’e verdikleri paye doğru değildir. Bilakis hilafet yanlısı bir insanın çabaları söz konusudur. Ayrıca bu belge Osmanlı İmparatorluğunun Mondros Mütarekesine kadar olan döneminin toprak bütünlüğünü esas almaktadır. Bu yüzden Mondros anlaşmasından bir kaç gün sonra İngilizler tarafından işgal edilen Musul’da Misak-ı milli sınırları içinde yer almaktadır. Yani burada gerçekçi politika, manevra, strateji v.s. söz konusu olmayıp savaş sonrası fiili durum esas alınmiştir. Bu yüzden Musul sorunu doğmuş ve Lozan’da çözülemeyen bu sorun Milletler Cemiyetince çözülmüştür. Ayrıca Mustafa Kemal son meclise milletvekili olarak seçilmesine rağmen İstanbul’daki toplantılara katılmamış ve alınan kararları onaylama ya da redetme durumunda bile olmamıştır. Arap toprakları için referandum önerilmesi ise , Mondros Mütarekesi imzalandığında buralarda hak iddia edecek pozisyonda olmamasından başka bir şey değildir. Kürtler ise söz konusu bile edilmemiş dolayısıyla Kürtler Türk, Kürdistan ise Türkiye olarak kabul edilmiştir. Yayılmacılık emelleri Arap ülkelerine güçleri yetmediği için referandum önermesi ile belgede ifadesini bulmuş Kürdistan ise eski pozisyonundan çok daha geri bir duruma çekilerek ülkenin içinde herhangi bir Türk bölgesi kabul edilerek, Kürdistan görmezlikten gelinmiştir. Resmi ideolojinin bu mesnetsiz iddiaları aklımıza Nasrettin Hocanın bir fıkrasını getirmektedir; Hocaya bir gün sormuşlar : “Hoca Hoca, kimdir ki o evliya hemşireleri onu havuzda yudu ( yıkadı). Hoca şöyle cevap vermiş : “Behey şaşkınlar neresinden başlayayım. Evliya değil peygamber, hemşireleri değil erkek kardeşleri, havuzda değil kuyuda, yumadılar boğdurdular” demiş. Bizde Nasrettin Hoca gibi resmi ideoloji hurafelerinin neresinden başlayalım düzeltmeye diyor ve hepsinin baştan sona ele alınması gerekli diyoruz. Ahmet ALİM France, 22 aralık 2008

Yeni Yorum yaz

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.