Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 19 July 2009

KAPİTALİST YIKIM KISKACINDAKİ DÜNYANIN “HÂL-İ PÜR MELALİ“
VEYA “BIRAKMAYIN GEÇMESİNLER, BIRAKMAYIN YAPMASINLAR!“[*]

TEMEL DEMİRER

“Büyük hakikât,
karşıtı da bir büyük olan
hakikât olan bir hakikâttir.“[1]

Hemen, hemen tüm konuları kapsayan sorularınıza ilişkin, kısa olması mümkün olmayan yanıtlarım şunlar...

“OLMAZ OLAMAZ!“ DEDİLERLERSE DE, OLAN(LAR) OLDU ...

1-) ABD merkezli kriz ve olanlar nedir?

Serbest piyasa “ruhbanları“, “olmaz olmaz“ dedilerlerse de, olan oldu!
Emir Sader'in ifadesiyle, “Kapitalizmin yeni krizi, 1929 tarzında geldi. Kumarhane kapitalizmi teorileri doğrulandı... Kapitalizmin anti-sosyal ve belki de ölümcül niteliğiyle ilgili teoriler de doğrulandı...“
Ya da Prof. Dr. Korkut Boratav'ın deyişiyle, “Bu kriz, kapitalist sistemin tamamen çöküşü sonucunu getirmese de sarsacak. Krizin temel nedeni, ölçüsüz şişkinlik. ABD'nin başka ülkelerin tasarruflarını emmeyi hayat tarzı hâline getirmesinin sonucu.“
Görünen köy -körler dışında- kılavuz istemiyor!
İflaslar birbirini izliyor, Amerikan mali sisteminin krizi derinleşiyor; kamuoyuna bankaların aşırı yüksek kârları, hileli işlemleri, spekülatörlerin ve banka çalışanlarının yüksek kazançları saçılıyor...
Ama reel ekonominin bir gerçeği de aynı anda muazzam ölçüde işliyor. İşte iflaslarla bezenen kapitalist ekonomi tablosunun gri renkli fırça izlerinden biri: Gıda fiyatları yükselirken Avrupa Komisyonu, 2009 yılı için gıda yardımı yıllık bütçesinin 300 milyon Avro'dan 500 milyona yükseltilmesini önerdi. 2006'da bu düzenlemeden 13 milyon Avrupalı yurttaş yararlanmıştı. Hâlbuki şimdi, 43 milyon kişinin gıda yoksulluğu tehlikesi içinde olduğu tahmin ediliyor.
Bir yanda reel ekonomiyle bağı kopmuş gibi gözüken, sınırsız, muazzam kazanç ve kârlar (ABD ve Avrupa basını bunu açgözlülük olarak tanımlıyor). Öte yanda İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yüksek düzeye çıkmış işsizlik ve aşırı büyümüş mutlak açlık sorunudur.
Lehman Brothers arkasında 613 milyar dolar zarar bırakarak iflas ederken, AIG'ye ayakta kalabilmesi için 85 milyar dolarlık kaynak sağlandı. Sadece bu iki şirketin zararları ekonomisi 660 milyar dolar olan Türkiye'yi aştı...
Kriz, 53 borsadaki 50 bine yakın şirketin değerini sildi süpürdü; 18 trilyon dolar uçtu...
Bu işin bir yanıysa, öteki artı(lar) da şu(nlar):
Hazine Bakanı Paulson ve Fed Başkanı Bernanke'nin finansal sistemi kurtarmak için 700 milyar dolar talep eden planı, Amerikalı vergi mükelleflerinin üzerine daha da yük bindirecek. Plan bu hâliyle kabul edilemezken; krizin göbeğinde duran ülkenin adı ABD'dir. Tarifi zor bir ülkedir. Sürekli olarak pompalanan dış kaynak sayesinde tüketim düzeyini koruyup yükseltebilmiş, harcamalarını rahatça yapabilmiş tuhaf bir süper güçtür. Her zaman savaşlar peşinde koşan, her fırsatta bu sektörü canlı tutmak için çabalayan ABD, Uzakdoğu'nun, petrol zengini ülkelerin kaynaklarını çarçur etti ve artık yolun sonuna geldi.
Para bitti. Sermaye akımları durdu.
ABD artık cari işlem açıklarını taşıyamıyor, dışarıdan destek bulamıyor.
Peki bu krizin nedeni sistemin kendisiyse, tetikleyicisi kimdir?
Tetikçiyi bulmak için finans sistemine bakacaksınız.
İşte başta ABD olmak üzere tüm kapitalist dünyayı betimleyen görüntü bu!
Yani Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'ndaki konuşmasında İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın, “ABD İmparatorluğu çöküyor,“ demesi anlamlıdır; yerli yerine oturan bir saptamadır!
Tam da bu koordinatlarda Prof. Nouriel Roubini'ye göre, kredi zararları büyüyecek, bu da bankacılık sisteminde “sistemik kriz“ yaratacaktır
Yani ABD ve küresel boyutta hâlâ temel sorun, finansal boyuta sıçrayan bu krizin nasıl çözüleceğindedir.
Diğer bir deyişle verili soru(n), daha da dallanıp budaklanarak büyüyecekken; öncelikle “Ne oluyor?“ sorusuna yanıt arayalım.
Bu soruya, bir zamanlar ABD'nin önemli yönetim konumlarındaki Nicholas F. Brady-Eugene A. Ludwig-Paul A. Volcker, bakın ne yanıt veriyor:
“Büyük Buhran'dan bu yana en vahim mali kargaşanın ortasındayız. Cesur adımlar atılmazsa işler daha da kötüye gidebilir. Ne piyasalar ne de düzenleyici talimatlardan, banka tetkiklerinden, düşürülen faiz oranlarından ve soruşturmalardan menkul sıradan önlemler bu işin üstesinden gelebilir. Merkez Bankası ve Hazine'nin bugüne kadar aldığı acil önlemler gerekli olmakla birlikte, krizi çözmek konusunda yetersiz. Mortgage piyasasının devleri Fannie Mae ve Freddie Mac aşırı şişti ve şu an hükümet koruması altındalar. Bütün piyasa gereklerini karşılamaya yetecek kadar güçlü bir durumda değiller. Gerçek şu: Finans sisteminin temel, uzun vadeli reforma ihtiyacı var, fakat şu an sistem, öngörülen şartlarda geri ödenmeyecek muazzam miktarda zehirli emlak kâğıdıyla tıka basa dolu. Bu kâğıt, idare altındaki devasa miktarlarda mali enstrümanı destekleyecek güçte değil.
Bu çürüyen katmanı sistemden defedecek yeni bir mekanizma oluşturulmadıkça hastalık yayılacak, güven daha da aşınacak ve bütün kredi krizlerinin en büyüğü karşısında ölüm kalım mücadelesi vermek zorunda kalacağız. Bu kriz finans sistemini ve onunla birlikte, bugüne kadar gayet iyi dayanan genel ekonomiyi de vuracak...“[2]
Genelde piyasa ekonomisine toz kondurmayan ’The Economist' de “kötümserlere“ katıldı; diyor ki “ABD Kongresi'nde ne olursa olsun kriz şimdi artık küreseldir“. Haklı, ABD'de “kurtarma paketi“ meclisten geçti, borsanın kılı kıpırdamadı.
ABD'nin en etkili dış politika “Think-Thank“ı, Council on Foreign Relations'un bünyesindeki Centre for Geoeconomic Studies'den Brad Setser de 2 Ekim 2008 tarihli blogunda “Sistemik bir mali kriz, yalnızca bir kurumu değil ’sistemi' etkileyen krizdir. Bana göre ABD, belki de AB böyle bir krizle karşı karşıya“ diyordu. The Economist daha kesin konuşuyor: “Kriz iki yönde yayılıyor, Atlantik'i geçerek Avrupa'ya, mali piyasalardan reel ekonomiye.“ Diğer bir deyişle kriz iki anlamda “sistemik“, hem tüm mali sistemi etkiliyor, hem de tüm ekonomik sistemi. Ancak bir ekleme daha yapmak gerekiyor: Kriz, ’yükselen piyasaları' da etkisi altına almaya başladı. YP'lere yönelik 5.2 milyar dolarlık bir fonu yöneten Claudio Brocado'ya göre “ruh hâli çok kötüleşti, riskten kaçış çok belirgin biçimde arttı“.
Şimdi dünya ekonomisinde en önemli sorunlardan bir diğeri de resesyonun küreselleşmesi...
Evet, evet tüm bunlarla birlikte... ABD'de resesyonla tanıştı!
ABD'nin bir resesyona girip girmeyeceği, Neo-liberal Ayetullahlar açısından artık adeta bir itikat sorunu hâline gelmişti. ABD ekonomisinin içinde (çeşitli sektörlerinde) olanları görmezden gelip, “Bak resesyona girmiyor“ diyerek, serbest piyasa ekonomisine sarsılan inancı, umutsuzca canlı tutmaya çabalıyorlardı.
“Lale Devri Zamanları“nın nihayetindeyiz...
Global ekonominin ibresi yavaşlama yönünde. Bu da başta ABD ve AB'dekiler olmak üzere gelişmiş ekonomilerin durgunluk tehlikesini atlatamadığını göstermekte.
Financial Times'ın yazarlarından Wolfgang Münchau, “Resesyon olası en kötü sonuç değil“ başlıklı yazısında, “Bu salt bir mali kriz olsaydı çoktan bitmişti. Dördüncü dalganın sıkıntılarını yaşadığımıza göre, salt mali aşırılıklardan, kötü düzenlemelerden daha öte bir şeyler rol oynuyor olmalı“ diyordu.
Sorun içsel ve yapısaldı.
Yaşanan(lar) “Başlangıcın sonu bile değil“!
’The Times'tan Martin Wolf'un deyimiyle, krizin “Büyük olasılıkla henüz başlangıcının sonunu bile geçmemiştik.“[3]
İçinde bulunduğumuz konjonktürün en önemli özelliği “belirsizlik“.
Kriz yayılıyor: Önce ABD ekonomisi mali krizin etkisiyle durgunluğa girdi. Salt ev piyasası, finans sektörü değil, inşaat, otomotiv, havacılık, beyaz eşya, demir çelik, otel-lokantacılık gibi çok önemli sektörler resesyona (daralma) girdiler.
İrlanda, İngiltere, İspanya başta olmak üzere, Avrupa ev piyasalarında ABD ev piyasasındakine benzer bir senaryo gelişiyor. Danimarka resmen resesyonda, İngiltere resesyona giriyor. Alman “iş çevreleri güven endeksinde“ büyük düşüşler gözleniyor.
Financial Times'in bildirdiğine göre, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya'da stagflasyon içine düşmeye başlıyorlar, riskler hızla artıyor.
Bir şey daha: Newsweek'ten Rana Forooher, küresel enflasyon dalgası bağlamında, şimdi havanın nasıl değiştiğini şöyle anlatıyor: “Dünya 35 yıl sonra ilk kez ve eşzamanlı olarak (senkronize) bir enflasyon dalgası yaşıyor“!
Bu bağlamda Tarihçi Niall Ferguson'un 7 Ağustos 2008 tarihli Financial Times'daki yorumunun başlığı şöyleydi: “Yerel bir kasırga, nasıl küresel bir fırtınaya dönüşebilir.“
Ferguson, ABD'de başlayarak, bir yıl içinde hızla küresel bir krize dönüşmeye başlayan mali krize ilişkin olarak, “Hayır bu büyük depresyon değil... Ama 1930'larda olduğu gibi kritik aşama, ABD aşaması değil... Kriz küreselleştiği zaman da ’kredi kıtlığı' kavramı artık yeterli olmayacak“ diyordu.
Kriz artık yalnızca bir finansal krizden ibaret değil çünkü. Reel ekonomiye şimdiden sirayet etti bile...
Fransa resmen resesyonda. Ekonomik göstergelere göre, Fransa'nın büyüme hızı bu yıl negatif olacak. İtalya'nın durumu da parlak değil. Büyüme hızı sıfır ve 2009 beklentileri daha iyi bir gelecek vaat etmiyor. İş o hâle geldi ki, İngiltere'de Gordon Brown kriz karşısında bir “war cabinet/ savaş kabinesi“ kurmak için kolları sıvadı.
Durum bu denli vahimleşirken, dünyadaki krize ilişkin olarak Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince de, “Artık paranın kuralı yok,“ diye ekliyor.
Bloomberg'ün şu haberi de tüm bunları doğruluyor: UBS'nin 12 Ağustos 2008'de açıkladığı ikinci çeyrek sonuçları sonrasında dünyanın en büyük 100 banka ve aracı kurumunun, ABD subprime (yüksek riksli konut kredisi) krizi ve bunu izleyen kredi krizi nedeniyle aktiflerindeki değer kayıpları, krizin daha fazla varlık tipine yayılmasının etkisi ile 500 milyar doları aştı. Listenin ilk sırasında ise Akbank'ta yüzde 20'lik payı olan Citigroup var. Finans devlerinin küresel ölçekteki zararlarına bakıldığında Türkiye'de Dışbank'ı alarak faaliyetlerine başlayan Hollanda-Belçika ortaklı Fortis 7.4 milyar dolar, Oyakbank'ı satın alan Hollandalı ING Group 5.8 milyar dolar, TEB'in Fransız ortağı BNP Paribas 4 milyar dolar, Yapı Kredi'nin İtalyan ortağı Unicredit ise 2.6 milyar dolar, Denizbank'ın Belçika-Fransız sermayeli ortağı Dexia 1.2 milyar dolar aktif kaybına uğradı.
Ve nihayet M. Nuri Durmaz'ın, Kapitalizmin büyük bir krize girip çökeceği yönündeki sol öngörünün, yerli yersiz dile getirilmesinin sosyalistleri çoğu kez ’yalancı çoban' durumuna düşürdüğü söyleniyordu. Ancak, bu kez çoban haklı ve gerçekten kurt geliyor,“ dediği kesitte dünya ekonomisi, 1930'lardan bu yana tarihinin en derin ve genelleşmiş ekonomik krizini yaşıyor...
Ya da FED eski Başkanı Alan Greenspan'in deyimiyle ABD, ancak “yüzyılda bir yaşanacak derinlikte bir krizin içinde“...
Bu da “emperyalizm ve paylaşım savaşları“ riskini yeniden tarihin gündem maddesi kılıyor!

KAPİTALİZM = KRİZ + YIKIM

2-) Bu kriz, kapitalizm için bir son mu? Yoksa, eskiden olduğu gibi kapitalizmi dönüştüren krizlerden birisi mi?

Bu sorunun yanıtı için kapitalist krizin “Neden“ ve “Nasıl“ından söz etmemiz gerekiyor!
Ve bundan “Kriz kapitalizmin krizi değil, bizatihi devletçilik ve müdahaleciliğin krizidir,“[4] diyen Alper Akalın'ın; ya da yine “Aslında krizde olan serbest piyasa modeli değil (...) özgürlüğümüzdür,“[5] diyen Bilal Sambur'un -hayatın tekzip etmesine karşın- telaffuz ettikleri zırvalarını ciddiye almadan söz etmemiz gerekiyor!
İnkar edilemez “Gerçek şudur ki, kapitalizmin kendisi zaten bir ekonomik krizdir. Kapitalizm geçerli olduğu sürece ekonomik kriz de onunla birlikte varlığını sürdürecektir.“[6] Bu bir!
İkincisi de bu temel üzerinde yükselen “mali küreselleşme“ vahşeti: Konuya ilişkin olarak bir ekonomistin deyişiyle, Bush yönetimi Wall Street'in bir “casino market“e, yani “kumar piyasası“na dönüşmesine izin vermiştir.
Üçüncüsü de olup-bitmeyenin “serbest piyasa“ retoriğinin iflasına denk düştüğüdür! Ancak kapitalizmin iflas ettiğini anlamak için böyle bir gelişmeyi beklemeye gerek yoktu...
Evet bu kriz biz(ler)e bir kez daha şunu gösterdi:
“Minimum zaman dilimi içinde maksimum kâr elde etme üzerine kurulu sistemin çarkları birkaç yerden birden kırıldı.
Şimdi ise herkes ağız birliği etmişçesine “Küresel finansal sistem hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak diyor.
2008'in son çeyreği... Dünya piyasalarını allak bullak etmeyi sürdüren ABD kaynaklı krizin yansımaları dalga dalga yayılıyor...
XXI. yüzyılda küreselleşmenin barış, refah ve özgürlük getirdiğine ilişkin en ufak bir belirti bile yok ufukta. Tersine küresel bütünleşmenin sosyal, ekonomik ve çevresel bütün dinamikleri adım adım kaotik bir ortama doğru sürükleniyor.
BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) hâlen 862 milyon insanın açlıkla boğuştuğunu söylüyor. Yoksulluk ve açlıkla mücadele için her yıl 30 milyar dolarlık kaynak gerekiyor.
Sosyal cephede, tüm dünyada eşitsizliklerin her geçen gün büyüdüğü, ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve dincilik gibi akımların giderek güçlendiği bir ortam süregeliyor. Varolan değerlerin yozlaştığı, toplumlarda radikal bölünmelerin arttığı bir dönem...
İklim değişikliği, küresel ısınma ve buna bağlı olarak ekolojik dengenin değişmesi, kontrolsüz sanayileşme sonucu doğada yapılan tahribatın etkileri çevresel cephede de işlerin iyi gitmediğini gösteriyor.
Son kriz ise yalnız Amerikan ekonomisinin çürük yapısını gözler önüne sermekle kalmadı, neo-liberal politikaların egemen olduğu kapitalist sistemin de küresel ölçekte sorgulanmasının gereğini ortaya koydu.
ABD ekonomisinde finans ve gayrimenkul piyasalarında yaşananlar, ekonomide karşılığı olmayan sanal bir “yapay köpüğün hızla sönmeye başlamasıdır. Çark bir yerinden kırıldı. Kriz ise bunun ifadesi. Hâlihazırdaki tüm önlemler bu kırığı yamamaya yönelik...
Ancak şurası da bir gerçek ki bugün herkes ağız birliği etmişçesine “Küresel finansal sistem hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak,“ diyor.
Küresel kriz artık 2007 yılındaki “çalkantı“, “türbülans“ ve benzer ifadeleri çoktan geride bırakarak, “kapitalizmin 1930 büyük buhranından bu yana yaşanan en şiddetli krizi“ sıfatıyla anılır oldu.
2007 krizinin yapısal nedenlerini kapitalizmin küresel finansallaşması açısından nasıl değerlendirmeliyiz?
Kapitalist dünya 1950 sonrasında sanayileşme ve ticaret politikalarının devlet müdahaleleri tarafından yönlendirildiği ve finansal sistemin ulusal politikalar tarafından düzenlenerek sıkı bir şekilde denetim altına alındığı bir uluslararası sistemin inşasını gerçekleştirdi. Bretton Woods adıyla anılan bu sistemin ayırt edici özelliği Amerikan Doları'nın küresel pazarlarda temel alışveriş parası olarak kullanıldığı ve döviz kurlarının da ABD Doları'na görece sabitlendiği bir parasal sistemin kurgulanmış olmasıydı. Bir yandan da emek ile sermaye arasında göreceli bir barış ortamı, devletin sosyal işlevlerinin devreye sokulmasıyla sağlanmaya çalışılmaktaydı.
Kapitalist dünya 1950-1974 arasını baş döndürücü büyüme hızlarıyla geçti. Söz konusu dönemde dünya ekonomisinin büyüme hızı yüzde 2.9'a ulaşmış; Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın yoksul emekçileri tarihte ilk defa reel gelirlerinde bir artış olanağı yaşamışlardı. Bu niteliklerinden ötürü 1950-74 arası iktisadi büyüme yazınında “altın“ çağ diye nitelendirilir oldu.
Ancak, bir yandan da artan küresel rekabet ile birlikte kapitalizmin değişmez yasaları işlemekteydi. Üretim kitleselleşip sermaye birikimi yoğunlaştıkça kâr oranlarında da kaçınılmaz bir düşüş boy gösteriyordu.
1960'ların ortalarından başlayarak hemen hemen tüm kapitalist dünyada sanayi kârları gerilerken, Marx'ın “son tahlilde kapitalist üretim tarzının önündeki en önemli engel gene sermayedir yönündeki öngörüsü altın çağın sonuna yaklaşılmakta olduğunu vurgulamaktaydı. Sermayenin ulusal sınırlar içindeki birikim temposu yeni yatırımları gerçekleştirmek için çok daha yüksek kârları gerekli kılmaktaydı. Ancak sermayenin kârlılığı, içinde bulunduğu ulusal pazarın büyüklüğü ile sınırlı durumdaydı.
Kapitalizmin 1970'lerde içine girmiş olduğu bunalımın ve tıkanmanın doğrudan bir göstergesini Şikago Roosevelt Üniversitesi öğretim üyesi, Dr. Özgür Orhangazi'nin verileri, ortaya koyuyor.[7]
Dr Orhangazi ABD'de 1960'ların ortalarından başlayarak kâr oranlarındaki çarpıcı gerilemeyi net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Finansal serbestleştirilmeyle birlikte finansal sermayenin kısa dönemli, spekülatif nitelikli kararları sanayileşme hedeflerinin önüne geçiyordu. Örneğin, James Petras ve Henry Weltmeyer, reel sektörde kullanılan her 1 dolara karşılık, dünya finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi gerçekleştirildiğini hesaplıyor; 1970'lerde günde yaklaşık sadece 190 milyar dolar hacmi olan dünya döviz piyasası işlemlerinin, 1990'ların başında günde 1.2 trilyon dolara, günümüzde de 1.8 trilyon dolara ulaşmış durumda olduğunu belgeliyordu. Bu rakamın, dünya ticaret hacminin 70 misline ulaştığı gözlenmekteydi.
Ancak bir yandan da spekülatif kazançların özendirdiği finansal şişkinlik giderek başlı başına bir istikrarsızlık unsuru hâline geliyor ve kapitalizmin başıboş ve anarşik niteliklerini de gözler önüne seriyordu.
Dolayısıyla, küresel ekonominin 2007 krizi kapitalizmin finansallaşma sürecinin doğrudan bir ürünüdür. Kapitalizmin merkez ülkelerinde sermaye, artık kâr oranlarını sürdürebilmek için finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı durumdadır.
Mevcut krizin aşılması için öne sürülen yeni-düzenlemeler veya denetleyici kurumların oluşturulması gibi girişimler, finans dünyasının bu tatlı kârlılığını engelleyeceğinden, küresel kapitalizmin mantığına aykırıdır. Sermaye yanlısı muhafazakâr ideologların “şeffaflık“ veya “yönetişim“ gibi muğlak söz oyunlarıyla finansal serbestleştirmenin sınırlamasına karşı durması boşuna değildir.
Kısaca özetlemek gerekirse, mevcut kriz dalgası gelip geçici konjonktürel bir olay değil, kapitalizmin ta kendisidir.[8]
Burada bir parantez açarak ekleyelim: Ekonomik krizlerin bir gerçek nedeni bir de tetikleyicisi ya da tetikleyicileri vardır. Ekonomik krizin gerçek nedeni kapitalist düzendir. Kapitalist düzende beklentiler, özellikle büyük sermayenin beklentileri, tüketim özellikle yatırım harcamaları üzerinde etkili olduğundan, harcamalarda dalgalanma, ekonomide genişleme, daralma evrelerine yol açmaktadır. Kapitalist düzende genişleme ve daralma dönemlerinin birbirini izlemesi doğaldır.
Dünya ekonomisi, 2000'li yılların başlarında özellikle 2002 yılından sonra hızla büyüme sürecine girmiş, dış ticaret hacmi genişlemiş, fiyat artışları sınırlı düzeyde kalmış, işsizlik oranları düşmüştür. Kapitalist düzende hızlı büyüme sürekli olamayacağından, yavaşlamanın, krizin belirtileri, işaretleri görülmüştür. Finansal pazarlarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatlar balon yapmıştır. Borsalarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatların balon yapması, ekonomik başarının göstergesi olarak kamuoyuna sunulmuş, övünme konusu yapılmıştır. Gerçekte, fiyatların balon yapması, öncü bir kriz göstergesidir. Balonun sönmesi, hava yitirmesi söz konusudur.
Nitekim tüm menkul kıymet borsaları, özellikle hisse senetleri, önemli boyutta değer yitirmiş, özellikle ABD'de taşınmaz mal piyasasında durgunluk fiyatlarda gerilemeye yol açmış, ipotekli taşınmaz mal kredilerinin geri ödenmesini zorlaştırmış; donuk ve batık kredileri kabartmış, yasal takiplerin, icra yolu ile satışların artması, piyasalardaki durgunluğu yaygınlaştırmıştır. İpotekli taşınmaz kredisi veren finans kurumlarının ödeme güçlüğü içine düşmeleri, ipotekli krediler teminat gösterilerek çıkarılmış varlığa dayalı menkul kıymetlerin geri ödenememesi, krizin nedeni gibi görülmüş ya da gösterilmiştir. Bu olgu, krizin ana nedeni değil tetikleyicisidir.
O hâlde bir kez daha belirtelim: Krizin nedeni bizatihi kapitalist sistemin kendisi olurken, “tetikleyicisi“ de mali küreselleşme ve uzantıları olmuştur!
“Bu kriz son mu, dönüştüren“ mi? Vurgunuza gelince, kapitalizmin sonunu ekmek ve özgürlük için “Başka bir dünya mümkün“ şiarıyla mücadele eden insanların devrimci mücadelesi yaratabilir...
Hiçbir kriz, ne denli büyük ve yıkıcı olursa olsun, kapitalizmin “sonu“nu getirmez; sadece bu iğrenç sistemin aşılabileceği tarihsel imkân ve zeminleri sunar insanlara...
Yani insanlığın tarihini, krizler değil; krizlerin sunduğu imkânlar (ve elbette tehlikeler) zemininde, kendi tarihini yaratma cüreti ile varedilen yükselen toplumsal mücadele ve isyanlar yaratır...
Bu vurgunun altını özenle çizerek bir kez daha anımsatalım:
Ekonomi bunalımı derinleşmekte ve dünya ekonomilerinin tümüne yayılmaktayken krizin atlatılması konusunda herkes iyimser değil! Kötümserlerin başını spekülatif hareketler ustası Soros çekiyor. Soros'a göre “krizin henüz ortasındayız“. IMF Genel Direktörü Dominique Strauss-Kahn da krizin sona ermesi konusunda iyimser görünmüyor. IMF başkanına göre krizden bazı finans kuruluşları yakın gelecekte ağır yara alacak. Açıkça söylediği ise şu: “Kriz yakın gelecekte daha beter duruma gelecek!“
Ve de bunalımla boğuşmak kolay olmayacak!

KRİZ: İMKÂN (VE TEHLİKE)!

3-) Krizin siyasal ve sosyal sonuçları neler olabilir?

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu'nun deyişiyle, “Yaşanan kriz, kapitalist küreselleşmenin ilk ciddi krizidir. 1929'dakiyle kıyaslanabilir ancak. Çünkü daha önce görülen gerek Asya krizi gerek 2001'deki krizlerin hepsi yerel boyutlarda kaldı. Tek bir müdahale ile giderilebildi. Yıllardan sonra ilk kez ABD'de başlamak üzere Avrupa, Rusya, hatta Çin'e kadar tüm aktörlere uzanan bir kriz söz konusu“dur.
Bu nedenle krizle gelen(ler)in birçok ekonomi-politik sonucunun olması kaçınılmaz.
Örneğin bunların ilki, ekonomiye ilişkin olarak öne çıka(rtıla)n devlet merkezli müdahaledir.
Şu ana dek görüldüğü üzere
Kriz Batı'ya doğru kayarken batan şirketler ancak hükümet eliyle kurtarılabiliyor!
ABD kaynaklı kredi sıkışıklığı, Avrupa'ya da sıçradı. Belçika-Hollanda merkezli Fortis, Benelüks ülkelerinin müdahalesiyle kurtarıldı. İngiltere'de B&B devletleştirildi. Almanya ve İskandinavya'daki bazı bankalar da zor durumda.
Söz konusu tabloda bazı banka ve şirketler devletleştirildi, krizin etkisini azaltmak için piyasalar fonlandı. Şimdiye kadar serbest bırakılan ve tu kaka ilan edilen piyasaya müdahale adına ne varsa yapıldı.
Ya da Prof. Dr. Hurşit Güneş'in ifadesiyle, “Bu kriz dünyada... önemli sonuçlar doğuracak. Kapitalizm, müdahale edilmediği takdirde varlıkların değer artışı ve sermayeyle orantılı olmayan risklerin sürdürülemeyeceğini ortaya koydu.“
Mesela “serbest piyasa“nın anavatanı ABD'de 1930'larda devlet desteğiyle kurulan, sonra özelleştirilen KİT'ler, şimdi 2008 de yine devlet eliyle kurtarılıyor.
Mali sistemini ayakta tutmak için 700 milyar dolarlık ’Kurtarma Planı' açıklayan ABD, Almanya, Japonya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin de benzer planlar uygulamasını istiyor. Hazine Bakanı Paulson “Bu ülkelerdeki arkadaşlarımdan de gerektiğinde aynı önlemleri almalarını istiyorum,“ dedi.
Fortis'i, Hollanda ve Lüksemburg'la birlikte 11.2 milyar avroya kısmen kamulaştırarak kurtaran Belçika, Dexia'ya da el attı. Sermaye sıkıntısı çeken bankaya Belçika ve Fransa 3'er milyar, Lüksemburg da 376 milyon avro aktardı.
’Financial Times'ın da belirttiği gibi, “ABD'de bazı şirketlerin devletleştirilmesiyle birlikte finans kuralları değişti.“[9]
Bununla ilgili olarak belirtelim: Yakın günlere kadar, insan hakları, emperyal işgaller, savaşlar, piyasalar... üzerinden gidişi anlatmaya yönelik vurgulamalarında, “vahşi kapitalizm, emperyal çıkarlar, kirli piyasalar düzeni, kanlı petrolün önlenemez yükselişi... türünden ideolojik kavramları kullananlara “dinozorlar damgasını vurmakla yetinmez, uzaylılarmış gibi müstehzi gülümserlerdi...
Fransa'nın sağcı lideri Sarkozy “vahşi kapitalizm suçlamasını yapmakla yetinmiyor, piyasaların böyle serbest, başıbozuk bırakılamayacağının altını çizerek, AB büyüklerinin siyasi liderlerini denetleyici, kamusal önlemler için acil toplantıya çağırıyor. ABD Başkanı Bush, meclisten dönen 700 milyon dolarlık kamu destekli kurtarma operasyonunun ardından piyasaların kaybı bir gecede 1.1 trilyon doları bulunca, ufak rötuşlarla aynı paketin geçirilebilmesinin anahtarı olarak bu yıkımı kullanıyor... “Battık, kapitalizmin en kara günü... vurgulamalarının bini bir para...
ABD'de mortgage piyasasında ortaya çıkan ve küreselleşen kriz, beraberinde bitmeyen bir tartışmayı da tekrar gündeme getirdi. “Serbest piyasa“ efsanesi çöküyor mu?.. Bu tartışmayı merkez bankalarının likidite yönetimi ile başlayan müdahalelerinin, sonunda şirket ve batık kurtarmaya dönüşmesi yarattı.
Amerikan Hazinesi ve FED, 2008 Mart'ında Bear Stearns ve JP Morgan'ın birleşmesine 29 milyar dolarlık destekte bulundu. Ardından mortgage devleri Fannie Mae ve Freddie Mac kurtardı. Merrill Lynch'in Bank of America tarafından yaklaşık 50 milyar dolara satın alınmasında “yönlendirici“ oldu. Zor durumdaki AIG'nin FED'den 40 milyar dolarlık kredi istediği henüz karşılanmış değil ancak New York Eyaleti AIG'nin iştiraklerinden 20 milyar dolar kullanmasına izin verdi.
Avrupa'da da iflaslara izin verilmedi. İngiltere'de Northern Rock devlet tarafından kurtarıldı. Şimdi finans kuruluşlarının oluşturduğu fonların yanı sıra Amerikan Tasarruf ve Sigorta Mevduatı Fonu FDIC devreye giriyor. Ancak ABD'de 10 büyük bankanın, Lehman iflasının etkilerinin azaltılmak için kurduğu 70-100 milyar dolarlık acil fon havuzu için kredi musluklarını açan FED ve ABD Hazinesi, FDIC'in kredi fon talebini de karşılamak durumunda.
Dolayısıyla kamu otoritesi, krizin göbeğinde “düzenleyici“ olmaktan çıkmış, “kurtarıcı“ olmuş durumda. Ancak, teorinin vaazına göre(?!), “serbest piyasa“da “çürüklerin ayıklanmasına“ izin verilmesi gerekiyordu...
Bu konuda Hürriyet yazarı Ege Cansen'in, “Serbest piyasa ekonomisi ’her koyun kendi bacağından asılır' gibi tanımlanıyorsa, bunun içinde devletçi müdahaleler de vardır“...
Milliyet yazarı Güngör Uras'ın, “Güzel bir deyimimiz vardır. Zor, oyunu bozar. Kapitalizm zorlandığında, serbest piyasanın olmazsa olmaz sayılan ilkelerine ters uygulamalar başladı. Serbest piyasada devlet oyunun kaidelerini belirleyecek, sonra hiç müdahale etmeyecekti“...
Eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak'ın, “Kriz bugüne kadar Amerika'nın takip etmiş olduğunu paradigmaların nasıl çöktüğünü gösteriyor“...
Milliyet yazarı Prof. Dr. Hurşit Güneş'in, “Serbest piyasa zaten bir efsaneydi, hiç olmadı“...
Prof. Dr. Erinç Yeldan'ın, “Şu andaki kriz aslında konjoktürel bir dalgalanma, bir iktisadi kaos olmakla beraber, aynı zamanda hâkim ideolojinin, hâkim iktisat teorisinin de birçok noktada ne kadar yanlış çözümlemelere dayalı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Bu yalnızca bir iktisat krizi değil, aynı zamanda iktisat teorisinin kuramsal bir revizyona ihtiyacı olduğunu gösteren topyekûn bir dönüşüm. Mevcut serbest piyasa öğretisine dayalı iktisat öğretisi de büyük bir olasılıkla revizyona uğrayacak. Ders kitaplarında okutulan iktisat teorileri gözden geçirilecek“...
Eski Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel'in, “Sistem eskisi gibi olmayacak“...
İktisatçı yazar Uğur Civelek'in, “Kapitalizm devletleştirmeyi savunur mu? Eğer çıkarı söz konusuyla savunur. Ama serbest piyasaya aykırıdır“...
Columbia Üniversitesi'nden Nobelli ekonomist Joseph Stiglitz'in, “Finansal liberalizm düzmecedir“...[10]
MIT Üniversitesi'nden siyaset bilimci Noam Chomsky'nin, “FED'in piyasalara yaptığı daha önce hiç görülmemiş büyüklükteki müdahale devletin kapitalist kurumlarının demokratik olmayan karakterini bir kez daha ortaya koydu. Bu karakteristik özelliğe göre devlet riski ve maliyeti dağıtır, kamulaştırır, kârı ise özelleştirir, birkaç elde toplar,“[11] dedikleri koşullarda “ABD'den başlayarak dünyaya yayılan krizden çıkarılacak bir diğer ders de, neo-liberalizm ve ’serbest piyasa' ideolojisinin iflas etmiş olduğu ve kârın özel çıkarlara, zararın ise halka ait olduğu bir sistemin rezilliğinden başka bir şey değildir. 50 milyon insanın en ufak bir sağlık güvencesinin olmadığı bir ülkede, iş finans kapitali kurtarmaya gelince devlet elini cebine atmaktadır. Bu ise, bizzat sermayedarların isteği üzerine gerçekleşmektedir. Mesela AIG'ye devlet daha baştan 85 milyar dolar yatırmıştır. Ne var ki mali çöküş, ’maalesef' kapitalizmin nihai çöküşü anlamına da gelmez.
Son olarak belirtmek gerekir ki, ABD saldırganlığı, bizzat kapitalist sistemin huzuru ve refahı için girişilen bir harekâttır. Zira emperyalizm boş yere ortaya çıkmış değildir. Kaldı ki neredeyse bütün Avrupa ülkeleri bu saldırgan Amerika'ya kendi askerleriyle destek vermiştir. Kapitalizmin sağa sola saldırmadığı bir politikası çok nadiren olmuştur, bunu bilmeyen, biraz olsun tarih okursa yeterli olacaktır.
Liberallerin hoşuna ister gitsin ister gitmesin Marx haklıydı, ama burada Marx'ın haklı çıktığı tek nokta, ekonomik krizlerin yapısal, yani ister devlet isterse liberal kapitalizm olsun kapitalist sistemin işleyişine içkin olduğunu söylemesinden başka bir şey değildir. Ve Akalın'ın yazısını okuyunca, yani eğer devletleştirme sosyalizmin tek ölçütü olarak görülürse, Celal Bayar'ın ’bu kış komünizm gelecek' sözünün ABD için geçerli olacağını düşünmek işten bile değildir. Umarız ki ABD'ye ve giderek tüm dünyaya sosyalizm elbet bir gün gelecektir, ama maalesef bu krizle değil.“[12]
“Serbest piyasa“ üzerine çekilen neo-liberal söylevlerin nihayete erdiği; yani iflas edip, karaya oturduğu bir güzergâhta yol alan kriz gerçeğinin ortaya koyduğu çok önemli bir şeyi de Ergin Yıldızoğlu şöyle dillendiriyor: “Bilmem farkında mısınız? Kapitalizm, piyasa serbest de olsa (1920'ler 30'lar), düzenleniyor da olsa (1950'ler ve 60'lar) eninde sonunda krize giriyor. Ve hep aynı şarkı: Düzenlenmişse, serbestlik isteyen çığlıklar atıyorsunuz, serbest ise düzenleme, devlet müdahalesi istiyorsunuz.
Beyler, dediğim gibi sorun piyasada değil, hatta sermayede de değil. Sorun bunların gereksinimlerine uymayan insanda. İnsanlar olmasa serbest piyasa da kapitalizm de gerçekten mükemmel sistemler... Ancak insanlardan vazgeçmek söz konusu değil, en iyisi insanların özelliklerine uyumlu, onlara öncelik veren yeni bir sistem düşünmek...“[13]
Evet, yeni, yani kapitalizme alternatif bir sistem üzerine düşünmek ve bu imkânı değerlendirmek zorundayız; yoksa bir tehdit, tehlike eşikte..
Bu tehdit, tehlike faşizm... Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble, tüm dünyayı sarsan ABD'deki mali krizle ilgili, 1929 ekonomik buhranının Almanya'da Adolf Hitler'i iktidara getirdiği ve İkinci Dünya Savaşı'nı çıkardığı uyarısı yaptı. Der Spiegel'e konuşan Schaeuble, “1920'lerdeki küresel ekonomik krizden, inanılmaz sonuçları olabileceğini öğrendik. O buhranın sonucunda Adolf Hitler, dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı ve Auschwitz doğdu“ dedi.
Faşizm tehlikesi, güncel ırkçılık/ ayrımcılıkla somutlanırken bu konuda şu örnekleri sıralayalım:
İtalya... 1945 sonrasının en sağcı hükümetini kuran Silvio Berlusconi, “diktatör Benito Mussolini'nin ayak sesleri“ dedirten yeni bir icraata imza atıyor: Suçla mücadele adına kamplarda yaşayan Romanların çocuklar dahil parmak izini alacak olması, “faşist döneme dönüş“ tepkisi yaratıyor.
Örneğin ’Financial Times', “İtalyan hükümetinin yasadışı göçle mücadele adına Romanları fişlemesi kabul edilemez,“[14] dese de; “İtalyan yargıçları yeni yargı reformu ülkede faşist yönetim modeline yol açar,“ diye uyarsa da, “Berlusconi hükümeti, göçmenlik ve iltica yasasını sertleştirme, küçük suçları sert cezalarla bastıracak ve büyük kentlere asker konuşlandırılmasını sağlayacak bir dizi yasal düzenlemeyi meclisten geçirdi.“[15]
Böylece İtalya'da yeni güvenlik yasası senatoda kabul edilirken, Özgürlükler Evi partisi üyesi ve Senato Başkanı Maurizio Gasparri, “Sol hükümetin iktidarsızlığı sonrasında nihayet vatandaşların haklarının korunması yönünde tarihi bir atılım gerçekleştirdik“ yorumunda bulundu. Yeni güvenlik yasası, yasadışı yolla İtalya'ya giriş yapan ya da oturma izni olmayan göçmenlere suçlu muamelesi yapılmasını öngörülüyor.
Yani İtalya'da üçüncü kez başbakan seçilen Silvio Berlusconi'nin 1945 sonrasının en sağcı hükümetini kurmasının ardından, “suçlu“ ilan edilen göçmenlerle mücadele için silahlı askerler sokaklara indi. Göçmen karşıtlığını ırkçılığa vardıran hükümet ortağı Kuzey Birliği ise, yönettiği kentlerdeki icraatlarıyla dikkat çekiyor.
İtalya'da 4 Ağustos 2008 tarihinden itibaren şehirlerin güvenliğinde 3 bin asker görev başı yaptı. İçişleri Bakanı Roberto Maroni Brescia'da yaptığı açıklamada kentlerde konumlandırılacak askerlerin yargı polisi kimliği ile değil kentlerde hassas noktaları gözetmek ve halkın güvenliğini sağlamak amacıyla görev yapacağını söyledi.
Kentlerde güvenliği sağlamakla görevlendirilen askerler konsolosluk, ticari ataşelik, dini binalar, istasyonlar, otobüs duraklarında görev yapıyor. Verona parklarında 3 kişiden fazla kişinin bir araya gelmesinin cezası 500 Avro...
Ya da Milano'da 23 yaşındaki Afrikalı Abdül Guiebre bisküvi çaldığı iddiasıyla demir çubukla dövülerek öldürülürken Napoli'de 6 Afrikalı mafya içi hesaplaşmanın kurbanı oldu. Polisin ırkçılık şüphesi görmemesi ve hükümetin olayları hafife alması tepkilere yol açtı...
Veya Parma'da Ganalı bir öğrenci, polis tarafından dövüldüğü ve hakarete uğradığı iddiası ile Parma Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu...
Özetle Famiglia Cristiana dergisi, Berlusconi hükümetinin uygulamalarına ad koydu: “Faşizm yeniden doğuyor“!
Avusturya... Erken seçim sandığından aşırı sağ çıktı. Özgürlük Partisi yedi puan artışla yüzde 18 oranında oy alırken, Haider'in partisi de oylarını üçe katlayıp yüzde 11'e ulaştı!
İsviçre...Milliyetçiler, minare inşaatının yasaklanmasının halkoyuna sunulması için gerekli imzayı topladı. Oluşturulan girişim komitesinin eşbaşkanı Ulrich Schlueer, referandum için gereken 100 bin imzayı geçtiklerini ve 103 bin imza topladıklarını açıkladı!
İspanya... José Luis Rodriguez Zapatero hükümeti, 2.2 milyon yasal göçmeni ülkelerine yollamak için teşvik paketi hazırladı!
Almanya... Medya haberlerine göre aşırı sağcılar askeri derneklerde aktif olarak çalışıyor... Aralarında 31 general ile 100 albayın da olduğu bu subaylar, şimdiki Alman ordusunun temelini oluşturmuştu. Federal Almanya Cumhuriyeti'nin Batılı müttefikleri ve dönemin Başbakanı Konrad Adenauer ise Alman ordusunun kısa sürede 500 bin askere başka türlü ulaşamayacağını düşünerek bazı Nazi subaylarını aklama yoluna gitmişlerdi!
Alman vatandaşı olmak isteyen yabancılar 1 Eylül 2008'den itibaren yeni vatandaşlık sınavına tabi tutulmaya başlandı. Sınavda rasgele sorulacak 33 soru arasından en az 17'sini doğru bilenler sınavı kazanmış olacak. Ancak... Almanların çoğu, vatandaş olmak isteyen yabancılar için 1 Eylül 2008'den itibaren uygulanacak sınavdan “çaktı“. Medyanın sokak anketlerinde halkın çoğu, sorulara doğru yanıt veremedi!
İngiltere... Londra Belediye Başkanı Boris Johnson, Metropolitan Polis Teşkilâtı içindeki azınlık mensubu polislerin ırkçılığa maruz kaldığını açıkladı!
İsveç... Stockholm'ün 250 kilometre kuzeyindeki Strömsund'da bir apartmanın alt katında bulunan mescit yakıldı!
Amerika... Halkın yarısına yakın bir bölümü, ırklar arası ilişkilerin kötü olduğunu düşünüyor. Yeni yayımlanan bir araştırma, her 10 Amerikalıdan 3'ünün, ırkçı önyargılarını kabul ettiğini gösteriyor!
ABD'de Kansas Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, çocukların siyasetteki ırk ve cinsiyet ayrımcılığı konusundaki önyargıların farkında olduğu ortaya çıktı!
Evet, somut örneklerdeki ırkçı/ayrımcılığın, krizle faşizme tahvil olması gündemdeki soru(n)lardan birisidir...

KRİZ VE TETİKLEYİCİLERİ

4-) Bu Krizin patlamasına yol açan en esaslı faktörün, “Irak ve Afganistan işgalleri“ olduğuna dair görüşlere katılıyor musunuz?

Krizin nedeni kapitalist üretimin anarşik yapısına mündemiçken, Afganistan ve Irak işgalleriyle bu ülkelerdeki işgal karşıtı militan direnişler krizi tetikleyen, ağırlaştıran faktörlerden birisi olmuştur.
Örneğin Kanada'da muhalifleri tarafından ABD Başkanı George Bush'un “kopyası“ olmakla suçlanan Başbakan Stephen Harper'in, muhalefette olduğu sırada, ülkesinin Irak'a asker göndererek ABD'nin Irak Savaşı'na destek vermesini istemesinin “hata“ olduğunu dillendirdiği; ya da Burak Çınar'ın “ABD'nin Irak'ı işgalinin ardından bu ülkedeki hedefleri tutmadı,“ diye betimlediği güncel açmazla yüz yüze olan ABD hegemonyası ekonomik alanla sınırlı değildir. Saddam'ın devrilerek Irak'ın işgal edilmesi, dünyaya nizam vermeyi kafasına koyan ABD'nin ve ortaklarının en çarpıcı müdahalesiydi...
Bu bağlamda da Irak'ın işgali, hem bir başlangıç hem bir sondu. Vietnam'da 40 yıl önce olduğu gibi ABD küçük ve yoksul bir ülkedeki direnişle başa çıkamadı. Siyasi olarak, ekonomik olarak, askeri olarak büyük sorunlarla yüz yüze geldi.
Bu noktaya ulaşılmasında elbette Afganistan'daki işgal karşıtı direnişin rolü “es“ geçilmemeli!
“Yorumsuz“ olarak gazete sayfalarına yansıyan haberleri aktartıyorum:
* Financial Times: “NATO Afganistan'da kazanmıyor; ülke bir kez daha, neredeyse sınırsız uyuşturucu geliriyle varlığını sürdüren çökmüş bir devlet ve küresel cihatçılar için bir sığınak hâline gelme tehlikesiyle karşı karşıya“![16]
* Ceyda Karan: “ABD liderliğindeki uluslararası güçler Afganistan'da Taliban'a karşı yedi yıldır savaş veriyor ama bu savaşı hiç bir zaman kazanamayacaklar“![17]
* The New York Times: “NATO'nun Afganistan'da uğradığı saldırılar bu hızla artarsa savaş kaybedilecek. Batı yanlısı Afgan hükümetinin merkezi giderek kuşatılıyor“![18]
* Kuds ül Arabi: “Taliban Afganistan'da giderek daha fazla güçleniyor. Terörle savaşın Müslümanlara karşı olduğu algısı değişmezse Batı Kâbil'i kaybedecek“![19]
* The Guardian: “Afganistan'daki savaş hiç de kazanılmaya yakın durmuyor. Taliban'la konuşmayı da içeren sarih bir karşı-isyan stratejisi ve merkezine yardımı koyan bir operasyon olmazsa, Afganistan pekâla Irak'ın yolundan gidebilir“![20]
* Afganistan'da 2001 sonundaki ABD işgaline rağmen dirilen Taliban karşısında, Britanya'nın en üst düzey askeri yetkilisi Tuğgeneral Mark Carleton-Smith pes etti... Carleton-Smith, kesin askeri zaferin mümkün olmadığı vurgusuyla,“Bu savaşı kazanamayacağız“ dedi![21]
* Ve nihayet Afganistan'da Taliban'ın dirilerek ülkenin yarısını ele geçirmesinin ardından hükmü sadece Kâbil'de geçen Devlet Başkanı Hamid Karzai, barış için Suudi kralından ricacı oldu![22]
Yani Afganistan'da da işler Irak'taki üzere, ABD emperyalizminin öngörmediği direniş gerçeğinin sarsıcılığıyla yüz yüzedir...
ABD emperyalizminin (NATO'suyla) Afganistan'da yaşadığı açmaz, işgalin Pakistan'a taşınmasını devreye sokmuştur!
Örneğin, Simon Tisdall'ın, “Bush'un ABD özel kuvvetlerine Pakistan içinde saldırı düzenleme emri üzerine Afganistan'daki savaşın bu ülkeye de sıçraması, parçalayıcı bir iç savaş tehlikesi yaratır,“[23] ya da ’The Boston Globe'un, “Taliban'ı Pakistan'da vurmak da bumerang etkisi yaratır,“[24] uyarılarına karşın; ’The Washington Post'un, “ABD ve NATO'nun Taliban saldırılarının arttığı Afganistan'da asker artırmasının anlamı yok. Zira, militanların üslendiği yer Pakistan'dır,“[25] vurgusuyla hedef gösterdiği koşullarda, Saad Muhyu tabloyu şöyle resmediyor: “Bush yönetiminin Afganistan'ı kurtarmak için Pakistan topraklarında operasyon düzenlemeye kalkışması, bu ülkedeki köktenciler için bir hediye. ABD tavuk kızartırken bütün evi yakan bir adam gibi davranıyor“![26]
Yani Bush yönetimi 11 Eylül'ün yedinci yıldönümünde Afganistan'daki savaşı Pakistan'a taşıyor. ’New York Times', Bush'un özel kuvvetlere Pakistan içinde kara operasyonu düzenleme emri verdiğini duyurdu. Mullen, Pakistan'ı kapsayan yeni strateji uyguladıklarını söyledi!
Bush ve Oramiral Mullen, Afganistan'ın komşusunu yeni cephe olarak gösterirken; Afganistan'daki “terörle savaşı“ kazanamadıklarını itiraf eden ABD Genelkurmay Başkanı, Pakistan sınırında yeni bir strateji geliştirdiklerini kaydetti. Bush'un Pakistan'da kara operasyonları yapılması için emir verdiği belirtildi.
Bunlar da böyle olunca: ABD'nin Afganistan'daki savaşını Pakistan'a taşıma çabalarıyla İslâmabad-Washington hattı gerilmişken sonunda Amerikan güçlerinin sınırötesi operasyonları çatışmaya dönüştü.
Bush'un Afganistan'daki savaşı komşu Pakistan'a yayacak şekilde Amerikan ordusuna bu ülke hükümetinden habersiz operasyon yapma talimatının ardından, iki taraf karşı karşıya gelirken; Afganistan'dan Pakistan'a girmeye çalışan Amerikan helikopterleri, ateş açılınca geri çekildi...
Tam da bu noktada Müşerref'in yerine Asıf Ali Zerdari oturtuldu.
“Hiçbir siyasi başarısına tanık olunmayan ve yolsuzlukla anılan Pakistan devlet başkanı Zerdari'nin misyonu demokrasiyi güçlendirmek değil, ABD'ye yardım etmek...“
Yani ABD'nin Afganistan'daki savaşı aşiret bölgeleri nedeniyle Pakistan'a yayma kararıyla İslâmabad'daki tablo değişiyor. Devlet Başkanlığı'na ABD yanlısı Zerdari'nin seçilmesiyle Bush yönetiminin strateji değişikliği önündeki en büyük engeli teşkil eden Pakistan ordusu ve ’devlet içinde devlet' diye anılan ünlü istihbarat servesi ISI'de değişikliğe gidiliyor!
Yani Pakistan, ABD'nin “yeni“ müdahale alanı oluyor!
“Lübnan, Irak ve Afganistan olmak üzere bölgenin pek çok yerinde denenen ve henüz tatmin edici bir sonuç vermeyen yapılandırma çalışmaları şimdilik Pakistan'a kaymış görünüyor. Pakistan'ın istikrara kavuşması, Amerikan seçimleri bağlamında yeni bir yönetimin işbaşına gelmesi ve farklı bir süreç başlatmasıyla yakından ilgili...
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Saud el Faysal'ın ’ABD'nin dünyanın herhangi bir yerinde yaşamış olduğu sorunu çözmeye çalışırken iki sorun birden yaratıyor' sözü Amerikan yönetiminin başta Pakistan olmak üzere tüm kriz bölgelerinde içinde bulunduğu çıkmazı açık bir şekilde özetlemektedir.“[27]
Mevcut krizle bu eğilim, ya da çıkmaz/ açmaz daha da güçlenecek!
Ayrıca şurası da unutulmamalıdır ki uluslararası kriz, ABD'nin Irak'ı işgali ile başlayan Amerikan hegemonyasına tepki sürecini de bir anda hızlandırdı.
Zaten XXI. yüzyılın başından beri, Batılı ülkelerin kendi insan hakları algılayışlarını diğer ülkelere de empoze etme çabaları ve demokrasiyi güvenliğin ve refahın en iyi garantisi olarak gösterme çabaları tartışılmaya başlanmıştı. Gelişmekte olan ülkeler özellikle de Asya ülkeleri farklı bir modernleşme stili uygulamaya başlamışlardı. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere üçüncü dünya ülkeleri küreselleşmenin kendilerine uğramadığını, kalkınma için verilen sözlerin yerine getirilmediğini sıklıkla dile getiriyorlardı. Küreselleşmenin nimetlerinden en fazla yararlanan Çin, Rusya ile ittifak yaparak oyunun kurallarının yalnız Batı tarafından oluşturulmasına itiraz etmeye başlamıştı. Finans krizinin en çok etkilediği Wall Street'e birkaç kilometre uzaktaki BM Genel Merkezi'nde düzenlenen 63. genel kurul açılış oturumunda seslendirilen düşünceler ise çok kutuplu bir dünyanın yeniden doğmaya başladığının işareti oldu.
Almanya Başbakanı Angela Merkel, ABD yönetimini, “kredilendirme ve kredi ticareti ile ilgili uluslararası kuralları yasalaştırmayı uzun süre ihmal etmekle suçladı.
Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva ise üstüne basa basa uluslararası finans kurumlarını yeniden inşa etme zamanı geldiğini söyledi, “Bu kurumların artık spekülasyon anarşisini önleyecek ne otoriteleri var, ne de araçları,“ dedi, “Madem bu kriz küresel nitelik taşıyor, çözümü de küresel olmalı, önlemler dayatma olmadan çok taraflı ve meşru çerçevede belirlenmeli,“ diye ekledi.
AB Dönem Başkanı sıfatıyla Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise “Gelin, bu çılgın sistemin yerine düzgün ve düzene sokulmuş bir kapitalizm yaratalım. Gelin, daha yüksek ücretler, daha yüklü primler için halkın tasarruflarını tehlikeye atan mali şirketlerin yöneticilerini cezalandıralım. Gelin, finansal kapitalizme ahlâk kazandıralım,“ diye konuştu.
Peki dünya nasıl bir çok kutuplu düzene doğru gidiyor?
Bakın bu konuda ’Le Monde' gazetesinin 25 Eylül 2008 tarihli başyazısı ne diyor: “Çok kutuplu bu dünya ne yazık ki henüz düzen vaat etmiyor, aksine anarşik bir yapısı var. Hemen hemen hiçbir uluslararası kurum görevini layıkıyla yapamıyor. Dünya Bankası, İMF ve DTÖ gibi kurumların işlevselliği sorgulanıyor. Buna karşılık ikili ittifaklar gündeme geliyor. Rusya Latin Amerika ülkeleri ile, Çin ise Afrika ülkeleri ile yeni ortaklıklar yeni işbirlikleri oluşturmaya çalışıyor. Hemen hemen herkes kendi yeni kurallarını oluşturmaya çalışıyor. Şurası kesin ki, var olan düzensizlik ortamından yeni dengeler ortaya çıkıyor...“
Çıkacak da...

“NASIL“I MEÇHUL “ÇOK KUTUPLU“ BİR DÜNYAYA DOĞRU!

5-) Kriz, AB ile ABD arasında ne gibi siyaset değişikliğine yol açabilir?

Samir Amin'in, “Kapitalist yayılmanın ortaya çıkardığı yıkıcılık, onun yapıcı-yaratıcı sonuçlarının önüne geçmiş durumda,“ diye formüle ettiği koordinatlarda, uluslararası ilişkiler de dahil olmak üzere kriz her şeyi ayrıştırarak, yeniden saflaştırıyor...
Örneği birleşemeyen AB, iç çelişkilerle çatırdıyor...
Bu konuda ’Le Monde', “Dünyanın en büyük ekonomik gücü olan Avrupa krizde dağınık hareket ederek kötü bir tablo çiziyor,“[28] derken ’The Guardian' da ekliyor: “Finans krizi hükümetleri eski kuralları bırakıp müdahaleye zorlarken, AB'nin Hindistan ve Çin'i de kapsayan yeni sistem çağrısı mantıklı“![29]
AB'nin söz konusu yönelişi, ABD'yi “öteleyerek“, tartışmaya açan bir tutum olması bağlamında önemlidir...
Bu arada, “Rusya ve Çin yükselirken Latin Amerika'nın da giderek ’bağımsızlaşması'nın tek kutuplu Amerikan dünyasının değişmekte olduğunun göstergesi“[30] olduğuna dikkat çeken Ahmed Amrabi de haksız sayılmaz...
Kriz ABD merkezli “YDD“yi geride bırakırken, çok kutuplu bir çelişki(ler) dünyasına yöneliyor... Zaten bir süredir de, somut verilerin anlattığı buydu, böyleydi, şöyle ki:
Dünya ihraç pazarlarının yüzde 56'sına sahip olan Kuzey Amerika ve Avrupa, üretimlerinin yüzde 70'ini kendi “iç pazarlarında“ satıyor. Gelişmiş Kuzey Amerika ve Avrupa'nın ihtiyaç duydukları enerji ve hammadde Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika'da... Asya ise yükselen üretici güç ve onun da hammaddeye ihtiyacı var.
Dünya Ticaret Örgütü 2006 verilerine göre, 12 trilyon dolara yaklaşan dünya ticaretinin coğrafi dağılımında, gelişmiş Avrupa'nın yüzde 42, Kuzey Amerika'nın da yüzde 14 dolayında olmak üzere toplam yüzde 56 payı olduğu görülüyor. Kalan pazarın yüzde 28'e yakını Asya'ya ait, G. Amerika ve BDT toplamda yüzde 3.6'lık pay alıyorlar ve Ortadoğu yüzde 5.5, Afrika yüzde 3.1 paya sahip...
Özellikle 1990 sonrası dünya ihraç pazarlarındaki genişleme olağanüstü boyutlara ulaştı. Kısa adı WTO (DTÖ) olan Dünya Ticaret Örgütü'nün verilerine göre, küreselleşme rüzgârının hızlanması öncesinde, örneğin 1983'te henüz 2 trilyon doları bulmayan dünya mal ticareti, 1993'e gelindiğinde yüzde 100 artışla 3.7 trilyon dolara yaklaştı. Sonraki 10 yılda yani 1993'ten 2003'e kadar ise yine yüzde 100 artarak 73 trilyon doları aştı. 2003-2006 döneminin artışı ise olağanüstüydü ve yüzde 60 artışla dünya pazarı 11.8 trilyon dolara ulaştı.
1990 sonrasının dünya kapitalizminin bu enine ve boyuna, derinliğine büyümesinde birçok etken rol oynadı. “Duvarın yıkılması“ ve içe dönük Varşova Paktı bloğunun (Eski SSCB ve Doğu Avrupa) dünya pazarlarına entegre olması bu etkenlerin en önemlilerinden biriyken, Asya'da Çin'in dünya kapitalizmine kendine özgü entegrasyonu, bunu diğer Asya ülkeleri ve Hindistan'ın izlemesi, her yıl yüzde 10'ları bulan büyüme oranlarına ulaşması, mal ticaretine de olağanüstü bir ivme kazandırdı...
Tüm bunların yanı başında bölgeler arasında eksen kayması ya da güç dağılımının değişimi, çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) ülkesel dağılımında da gözleniyordu. Özellikle ABD'de başgösteren ve tüm dünyada farklı ağırlıklarda hissedilen global kriz, dağılımın ülkesel boyutunu etkilemeye yetti ve sadece 2007 yılında ’Financial Times'ın belirlediği 500 devin ait oldukları ülke dağılımı ciddi bir değişim gösterdi. Türkiye'den, potansiyeli olmasına karşın Koç Grubu'nun bile giremediği dünyanın ilk 500 firması sıralamasında, global krizi en derinden yaşayan ABD önemli performans kaybına uğradı. 2007 Mart döneminde 500 firmanın 210'u Kuzey Amerika menşeli iken 2008 Mart'ında bu sayının 196'ya düştüğü görüldü. Bu bölgede ABD'li ÇUŞ'ların (çokuluslu şirketler) sayısı 183'ten 168'e indi ve ABD şirketleri ilk 5'teki yerlerini koruyamadılar.
FT-500 içinde AB üyesi 8 ülkenin firma sayısı 2007'nin ilk çeyreğinde 134 iken 2008'in ilk çeyreğinde 130'a düştü. Bir yılda İngiltere, ilk 500'e 4 firma daha az sokabildi.
Amerika ve Avrupa'daki performans düşüşüne karşılık Asyalı ÇUŞ sayısı 55'ten 95'e çıkarak patlama yaptı. Asya'da, Japonya 10 firma kayba uğrarken Çin, ÇUŞ sayısını 12'den 38'e çıkararak tüm dikkatleri üzerine topladı. Rusya da firma sayısını 8'den 13'e çıkardı. Hindistan'ın ilk 500 içindeki firma sayısı 8'den 13'e çıktı. Dünyanın en büyük 500 firma sıralamasında ilk 5, bir yılda değişti. ABD orijinli Exxon Mobil şirket değer olarak kayba uğramasına rağmen ilk sırayı korudu, ancak ABD şirketleri yerlerini Çin, Rusya ve Brezilya gibi yeni emperyal güçlerin firmalarına terk etti. 2007'de sıralamada ilk 5'e giren GE, Microsoft, Shell ve AT&T'nin yerini Asya'dan Petro China, Gazprom, Petrobas Brazil ve China Mobile aldı...
Bu eşitsiz gelişim tablosundaki ana figürü Seumas Milne, “ABD'nin tek kutuplu günleri bitti,“[31] diye ifade ederken; yeni emperyal güç denkleminde AB'cilik, ABD'cilik, Rusya'cılık “senaryoları“ şimdiden tedavüle girmiş görünüyor..
Kishore Mahbubani'nin, “AB'nin dünyadaki konumuna dair paradoks, birliğin hem bir dev hem de bir cüce olması,“[32] saptamasının göz ardı edilmemesi gerekirken; tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru seyreden dünya siyaseti, her tür ekonomik ve politik kurumu da etkileyecek. IMF'den Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü'ne, NATO'sundan AB'sine kadar tüm kurumlarda yeni emperyal güç denkleminin ağırlığı hissedilecek.
Rusya-Gürcistan savaşı dünya açısından önemli bir kilometretaşı. Yaygın görüş; dünya, bir yanında ABD ve AB'nin diğer yanında ise Rusya, Çin ve İran'ın yer aldığı yeni bir “iki kutuplu dünya düzeni“ ile karşı karşıya... Ne kadar doğru?
Önümüzdeki fotoğrafı “iki kutupluluk“ açıklamıyor. Rusya-Gürcistan gerilimi, ABD'ye dünyaya hükmetme kapasitesinin sınırlı ve zayıflamakta olduğunu ve dünyanın tek ve mutlak belirleyici gücü olmadığını hatırlattı.
Yeni olan şu: Rusya sahneye çıktı ve küresel müdahaleci bir güç olduğunu ilan etti. Diyebiliriz ki, bugün AB-Rusya çelişkisinin ve AB-ABD işbirliğinin karakteri değişmiştir. AB, ABD ve Rusya, artık çeşitli düzeylerde “hem hasım, hem hısım“ ilişkisi olan emperyal güçler...
Ahmed Amrabi'nin, “ABD'nin teröre yönelik evrensel savaşı ne zaman sona erecek? Bu soru yanıtlanamıyor. Çünkü belirli bir mekân ve zamanla sınırlanmış değil,“[33] uyarısına; Richard Haass'ın, “Amerikan hâkimiyetinin yerini ne alacak?“[34] sorusunun eşlik ettiği verili tablo nasıl okunmalı“ mı?
“Sonuç olarak, bugün, ’iki kutuplu', ’soğuk savaş' gibi, kampları belli, ittifakları sağlam bir dünya şekillenmiyor. Büyük güçler arasında giderek kızışan rekabette etnik ayrılıkçılıkları kışkırtarak rakibini zayıflatma stratejilerinin kolaylıkla demokratikleştirme fantezilerine sarılarak devreye sokulabildiği, küçük devletlerin büyüklerini hedef alan provokasyonlarda kolaylıkla harcanabildiği bir dünya söz konusu“dur[35] artık karşımızda olan...
Bu tabloda da ABD her şeye karşın terörist kovboyluktan kolay kolay vazgeçmeyecektir!
Nasıl mı?
ABD Savunma Bakanı Robert Gates, yeni strateji belgesini açıklarken, Irak ve Afganistan'dan öğrendikleri dersler ışığında, konvansiyonel savaş donanımı yerine “sıradışı ve asimetrik“ savaşa yönelik hazırlıklarını arttırmaları gerektiğini söyledi!
Gelecek “belirsizlikleri“yle büyük çatışmalara gebedir!

MANİFESTO'NUN SOSYALİZMİ: YENİDEN!

6-) Krizin kaynaklandığı sistemse, bu sisteme karşı bir alternatifiniz var mı?

Ona ne şüphe... Elbette, Manifesto'nun sosyalizmi...
Metin Cengiz'in ifadesiyle, “Dün olduğu gibi bugün de Marksizm, her türlü düşüncenin, felsefenin, ideolojinin kendisine çekidüzen verdiği bir mihenk taşıdır...
Şurası gerçek ki, düşmanlarına göre de, dünya durdukça Marksizm'in söyleyeceği çok şey vardır...“[36]
Kolay mı?
’Komünist Partisi Manifestosu' sadece karnı açlara değil, aynı zamanda mutsuzluk içinde çırpınan gözü açlara da yaşanılacak bir dünya sunmaktadır...
Manifesto'nun “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır“ cümlesi, tam da bu enerjiye işarete etmektedir. Bu, basit bir “kölelikten kurtulma“ değil, fakat insanlığın uçsuz bucaksız özgürlüğünün ve yaratıcılığının harekete geçirilmesi olayıdır. Marx'ı ve Komünist Partisi Manifesto'sunu bugün hâlâ gündemde tutan tılısım nedir? Var mıdır insanlık tarihinin bu kadar kısa süre içinde bu derece etkili olmuş bir başka düşün adamı ve manifestosu?
Marx'ın esas başarısının sadece sömürünün ifadesi olan artı-değeri keşfetmesi olarak düşünülür. Hâlbuki Marx'ın asıl keşfi, çıplak emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, kapitalist düzeni önünde sonunda yıkmak zorunda kalacağı ve kendisini özgürleştirirken aynı zamanda bütün insanlığı da kurtuluşa götüreceği fikridir. Bu buluş, sosyolojinin bütün tarihini de altüst eder.
Bilim insanları Marx'tan önce de sınıfların varlığını keşfetmişlerdi; emek, kâr ve sömürü de biliniyordu; bilinmeyen, işçi sınıfının kendisini kurtarırken bütün insanlığı da kurtaracak olgunluğa ve misyona sahip olduğuydu. İşte bu buluş, düşünsel anlamda olağanüstü bir devrimdi ve bu açıdan sosyal bilimlerin de doruğuydu. Çünkü bu saptama, aynı zamanda yeni bir dünyanın kuruluşuna da işaret ediyordu. Devrimler sadece yıkmak değildir, aynı zamanda topluma, insanlığa ve içinde yaşadığımız çevreye yeni bir dünya sunmasıdır. Bu açıdan Manifesto, sadece bugünü eleştirmekle kalmaz aynı zamandan geleceğe de işaret eder. Hem bugünü tarif ederek uyarır, hem de insanlığa geleceğin ’özgürlükler dünyası'nı sunar.
Manifesto'nun her cümlesi, insanlık tarihinin köklerinden gelen bir gelenekten filizlenir. Sınıfsız toplum ideali, toplumların sınıflara bölünmesiyle birlikte düşlerde boy veren bir
ütopyaydı. Kökleri ta Sümer'e, Orta Asya komüncülüğüne, Mazdek[37] öğretisine, antikçağ komünizmine, ortaçağ ütopyacılığına ve ütopik sosyalizme kadar uzanır.

KAPİTALİST YIKIM KISKACINDAKİ DÜNYANIN “HÂL-İ PÜR MELALİ“ VEYA “BIRAKMAYIN GEÇMESİNLER, BIRAKMAYIN YAPMASINLAR!“[*] Bugün yaşadığımız çağda sömürüye, baskıya, zulme, aşağılamaya ve eşitsizliğe karşı çıkan her insanın ilk devrimci ve ilericilik adına ne yapılıyorsa; insanlık, doğa ve gelişmeden yana ne varsa, istisnasız hepsinin kökeninde gene Marx'ın engin öğretisinin izleri vardır. Ezilenlerin pratiği, ancak Komünist Partisi Manifestosu'nda dile gelen öğreti sayesinde yolunu bulabilmektedir; bu arada öğreti de ezilenlerin sınırsız enerjisinde maddi bir güce dönüşmektedir. Marx kapitalizmin gelişimini, diyalektiğe başvurarak, kendi içindeki zıtlıklarıyla açıklar. “Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz... Üretimin durmadan altüst olması, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılması ve sonu gelmez bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırır. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler, arkaları sıra gelen eski ve saygıdeğer düşünce ve görüşlerle birlikte silinip gidiyor, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeye fırsat bulmadan eskiyor. Yerleşmiş, kurumlaşmış ne varsa buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve sonunda insanlar, sosyal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine, soğukkanlılıkla ve mantıkla bakmak zorunda kalıyorlar.“ Marx sanki içinde bulunduğumuz bugünü tarif etmektedir. Bugün de her şey olağanüstü akışkan hâle gelmemiş midir? Kapitalizm her şeyi henüz tükenmeden eskitmemek midir? Araba, ev eşyası, giysi, kültür ve sanat ürünleri ve hatta aşk bile! İnsanlık tüketim hastalığıyla sadece eşyayı değil, aynı zamanda insan ilişkilerini de hoyratça tüketmektedir. Henüz eskimeden tahtını yeni olana ve sadece yeni olduğu için, kaptırmayan hiçbir şey yok gibidir. Her şey, biz de dahil, eşyaya dönüşmüyor muyuz? Çevremiz sürekli ’şeyleşmiyor' mu? Kapitalizmin tüketim budalalığı doğayı tüketmiştir! Kapitalist vahşetin yarattığı yıkımı en net çizgileriyle resmeden Karl Marx ile Friedrich Engels, insan(lar)a onun nasıl aşılacağının yolunu da ’Komünist Partisi Manifestosu'yla işaret eder... 1848 tarihli ’Komünist Partisi Manifestosu', bütün insanlık tarihine, üretim ilişkileri ve sınıf mücadeleleri gözüyle bakarak tarihten toplumbilime, felsefeden ekonomiye bütün bilimlere yeni bir bakış açısı getirdi. Manifesto, yalnızca bilimsel bir yenilik değildir, insanlığın sonraki gelişim yönü üstüne de öngörülerde bulunuyordu. Buna göre kapitalizm çağının temel çelişkisi emek-sermaye karşıtlığıydı. Bunun sonucu olarak da çalışanlar yükselen sınıf olarak üretim araçlarını ele geçirdiklerinde yeryüzünde sınıf çatışmalarının bitip “herkesin yeteneği ölçüsünde çalışıp, ihtiyacı kadarını alacağı“ bir sonsuz barış ve adalet dönemi başlayacaktı. Günümüze dönersek, kapitalizm yüz altmış yıl önce yalnızca çalışanları sömürüyordu. Temel çelişki de çalışanlarla sermaye arasındaydı. Bugün kapitalizm yalnız insanları değil, üzerinde yaşadığımız doğayı, bütün yerküreyi sömürüyor. Gelişen teknoloji olanaklarını da sonuna kadar kullanarak yeraltında ve yerüstünde ne varsa, her şeyi sömürüyor. Dünyanın geleceği, insanlığın geleceği umurunda değil. Tek derdi dünya egemenliğini, dünyayı yok edene kadar sürdürebilmek. Kendi ülkesindeki çalışanlarını, sunduğu orta sınıf hayatı ile sustururken dünyanın uzak köşelerinde sadaka düzeyindeki ücretlerle yoksul halkları acımasızca sömürüyor. Bilgisayar tuşlarıyla milyarlarca doları bir anda bir ülkeden ötekine taşıyıp, bir ülkeyi batırıp binlerce kişiyi işsiz bırakırken bir başka ülkeyi ihya edebiliyor. Bu olanakları bütün dünya uluslarının tepesinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyor. Böyle bir dünya ne kadar kalıcı olabilir? Manifesto, bunun cevabını verebildiği için bugün de güncel. Üstelik iletişim olanaklarıyla daha da bilgili olması gerekirken sersemlemiş, bilinci bulanmış insanlığın geleceği için hâlâ yolgösterici olduğu için günceldir. Kaldı ki Yıldırım Türker'in de işaret ettiği üzere, “Kapitalizmin, Marx'ın 160 yıl önce yazmış olduğu kaderinden kurtulamayıp tökezledikçe hâlâ bir hortlaktan korkar gibi Marx'dan korkması, Manifesto'nun hâlâ güçlü, hâlâ okunaklı olduğunun açık kanıtı değil mi?.. Aradan geçen birbuçuk yüzyıl sonra Marx'ın hayaletinin -ya da birden fazla olduğunu iddia eden Derrida'ya selamla hayaletlerinin- karşısına geçip onlara kulak vermemiz gerekiyor. Tam da şu sırada. Kapitalizmin hoyratça vites değiştirdiği şu uğursuz dönemde. Bunun için Marksist olmak gerekmiyor. Hem de hiç şart değil. Ama sürekli bir değişimi, dönüşümü öngören ve kendisi de farklı okumalara sonsuza dek açık bir metin olarak okumak gerekiyor Marx'ı. Değil mi ki Derrida'nın sözleriyle, ’yeni bir dünya düzensizliğinin yeni-kapitalizmini ve yeni-liberalizmini yerleştirmeye yeltendiği şu anda, hiçbir yadsıma Marx'ın hayaletlerini başımızdan atmayı başaramıyor'...“[38] ZIRH İÇİNDEKİ ÖLÜ: “AVRUPA MERKEZCİ“ SÖMÜRGECİLİK 7-) Yaşadığımız günler, “Avrupa Merkezcilik“in kaderini nasıl belirleyecek? Avrupa Merkezcilik nihaî olarak iflâs etti mi? “Avrupa Merkezcilik“, sömürgeciliktir! Sömürgecilik kendiliğinden, nihayete ermez, insanların başkaldırılarıyla dünya değiştirilerek nihayete erdirtilir... Bu da elbette “kolay değil“, ve de zaman alacaktır... Ama bana tarihsel eğilimi soruyorsanız, yanıtım çok açık: “Avrupa Merkezci“ sömürgecilik zırh içindeki ölüdür; insan(lık)ın tanık olduğu en zalim düşmandır! Buna rağmen bir Doğan Grubu kalemşörü İsmet Berkan bakın ne diyor: “Bugünlerde Türkiye'de bolca lafazanlığı yapılan başka bir şey, kapitalizmin çöktüğü... Bunu söyleyenlerin kapitalizmden neyi kastettikleri tam olarak anlaşılamıyor ama piyasa ekonomisi... sentetik bir sistem değil ki ortadan ansızın kaybolsun. Piyasa ekonomisi, insan doğasıyla ilgili, kökenini insanın doğasında ve hırslarında, hayatta kalma içgüdüsünde bulan bir ’doğal' sistem...“[39] İsmet Berkan'ın, “doğal sistemi“ne ilişkin verileri sıralayıp, altını çize çize ilerleyelim; bakalım “serbest piyasa“nın eseri olan bu “doğallık“ onun suratını kızartacak mı?! “Kredi köpüğüne yol açan “aşırı üretim/ talep yetersizliği sorununun ve bunu tetikleyen “kâr oranları düşme eğiliminin yarattığı basınçla, yeni piyasalara, doğal kaynaklara, ucuz emek depolarına ulaşmanın öneminin arttığını, bu bağlamda klasik sömürgeciliğin geri gelmekte olduğu“[40] kesitte “Avrupa Merkezci“ sömürgecilik, krizin yarattığı yıkım yanında, büyü(tül)yen açlığın da mimarıdır! Örnek şu “bioyakıtlar“ konusu... Avrupa Birliği, yenilenebilir enerji kaynakları arasında gördüğü biyoyakıtların 2020'ye kadar pazarda yüzde 10 paya sahip olmasını hedefliyor. Biyodizel daha çok iş makinelerinde kullanılıyor. 2002'den 2008 yılının şubat ayına kadar geçen sürede gıda fiyatları yüzde 140 yükseldi. Dünya Bankası raporuna göre yüksek enerji ve gübre fiyatları bu artışın yüzde 15'ini oluştururken, biyoyakıtlar yüzde 75'inden sorumlu... Artan fiyatlar bir kısmımızı otomobilimizin deposunu doldurma konusunda kaygılandırırken öteki dünyada (yanlış anlamayın, öbür dünya değil bu, dünyada ikinci sınıf yaşam öngörülen diğer dünya, ötekiler yani) yüzbinlerce insan açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Dikkat edin, bunu söyleyen sosyalist ya da komünist biri değil. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, 2007 yılında ABD ve Avrupa'da benzin fiyatlarına odaklanıldığını belirterek “Bazıları yakıt depolarını doldurma konusunda kaygılıyken dünya genelinde diğer bazıları da midelerini doldurmaya çalışıyor“ dedi. Bizim bir atasözümüz bunu çok iyi özetliyor: “Koyun can derdinde kasap et derdinde!“ Konuyla bağıntılı çok önemli bir şey daha: “Dünyanın bir bölümünde gıda sıkıntısı başgöstermişken, insan Reagan döneminde çıkarılan ve ’savaştaki bir dünyada gıda silahtır' ifadesini içeren Santa Fe belgesini hatırlıyor. Anımsanacağı üzere ABD, Nikaragua, Küba ve Irak'a uzanan bölgede aç bırakmayı savaş stratejisi olanak kullanmıştı... Dünyanın büyük kısmı gıda sıkıntısından ve gıda fiyatlarındaki küresel artıştan artık haberdar olduğuna göre, ABD Başkanı Ronald Reagan'ın 1980'lerde Orta Amerika'daki reform hareketlerine karşı yürüttüğü gizli savaşlara (Düşük Yoğunluklu Çatışmalara) dair bir belgeyi hatırlatmak istiyorum. ’Uluslararası ilişkilerde barış değil, savaş normdur' sözleriyle başlayan ve gizli savaşlara yol gösteren Santa Fe Komitesi'nin ’1980'li Yıllar için Yeni İnter-Amerikan Siyaseti' belgesini bilenler azdır. Burada ’Savaştaki bir dünyada gıda silahtır' denildiğinin ve ABD'nin batı yarımküredeki gıda üretimi ve ticaretini denetleyerek, bunu bir manivela ya da siyasi silah olarak kullandığının bilincinde olanlarsa daha da azdır. Zamanın başlangıcından beri gıda, ya denetlemek ya da insanları boyun eğene kadar aç bırakmak için silah olarak kullanılageldi. Amerika kıtası da bundan muaf değil. İlk Avrupalı sömürgeciler yerlilerin ekinleri yaktılar, soyu tükenene kadar avladıkları yabani hayvanlar gibi diğer besin kaynaklarını yok ettiler. Amerikan Devrimi ve İç Savaşı sırasında çiftlikleri ve kırsalı yağmalamak orduların yaygın uygulamasıydı. Sivil halkın sakladığı gıda, tahıl, pamuk ve diğer malların konulduğu tüm depoların ateşe verildiği Atlanta saldırısı bunun pek çok örneğinden biridir. ABD hükümeti anlaşmalarla (idari emirlerle) madencileri, çiftlik sahiplerini ve çiftçileri Batı'ya gitmeleri konusunda cesaretlendirdi. Bunun sonucunda topraklarının gasbına direnen ova kızılderilileriyle karşı karşıya gelindi. ABD hükümeti, Kızılderili Bürosu ve Amerikan ordusu, büyük buffalo sürülerinin yok edilmesi için sistematik bir siyaseti uygulamaya başladı. Göçebe ova kızılderilileri gıda, barınak, giysi, araç-gereç ve silahları için buffalolara bağımlıydı. Buffalo ayrıca kültürlerinin ve dini törenlerinin önemli bir unsuruydu. 1800'lerin sonlarına kadar yaklaşık 30 milyon buffalo öldürüldü. Ova kızılderilileri hükümetin gıda yardımına bağımlı olarak kendilerine ayrılan bölgede yaşayabilir ya da hiçbir yiyeceğin olmadığı ovalarda yaşamak için kaçarak, açlıktan ölebilirdi. Filipin ayaklanmasını bastırmak için Amerikan birlikleri 1898 İspanya-Amerika Savaşı'nda ekinleri yaktı. Bir gazete sadece bir bölgede ’300 bin kişiden 100 bininin açlıktan öldüğünü' yazmıştı. Başkan Howard Taft'ın Dolar Diplomasisi'yse, ABD tekellerinin Latin Amerika'da toprak ve kaynak denetimini sağlayıp, işçileri sömürebilmesi için ABD ordusunu kullandığı bir hileydi. 1920'lerin ortasındaki ve sonundaki bunalım gıdayı özelleştirmenin yanlışlığını gösterdi. Bu dönemde çiftçiler umutsuz bir çabayla fiyatları yükseltmek için ekinlerini yok ederken, ekmek isyanları ve açların yürüyüşü olağan manzara hâline geldi. Etrafta ’Zengin Çiftçileri Silahsızlandır ama İşçileri Silahlandır' veya ’Açları Besle, Zenginleri Vergilendir' sloganları görünüyordu. 1980'lerde Guatemala'nın El Quiche bölgesine yaptığım ziyareti hâlâ hatırlıyorum. Maya çiftçiler, yardım görevlisi işçiler, rahipler ve rahibelerle birlikte toprak ve eşitlik için savaşan Guatemalalı gerillalara katılmıştı. ABD'den silah sağlayan Guatemala hükümeti yüzlerce Maya köyüne karşı toprakları küle döndürme siyaseti uyguladı. Dağlık bölgelere kaçanlar ordu tarafından sarıldı ve gıda tedarikleri kesildi. ’Silahlar ve Fasulyeler' adlı harekât açlık içindeki kalan yerlileri dağlardan indirip, ’model köylere' yerleşmeye zorladı. Vietnam'daki ’stratejik köyleri' çağrıştıran söz konusu model köylere girdikten sonra Guatemalalılar hükümetin inşaat projelerinde çalıştırıldı. Yetersiz beslenmenin yaygın bir sorun olduğu Guatemala'nın yamaçları da mülteci kamplarıyla doldu. Devasa borcunu ödemek için hükümet yerlilerin toprağını gasp edip, ticari çiftlikler ve hükümet denetimindeki çiftçilik koperatifleri kurdu. ’Mısır İnsanları' denilen Mayalar ABD gibi sanayileşmiş ülkelere ihraç edilen bezelye, ahududu, ananas ve çilek yetiştirmeye zorlandı. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da Guatemala'nın 20. yüzyılın ’gelişen' pazarlarında yer alması için kapitalist reformlar dayattı. Santa Fe Belgesi ayrıca Sovyetler Birliği'ne karşı savaşında Orta Amerika'nın ABD'nin yumuşak karnı olduğunu belirtiyor ve ’hiçbir şey zaferin yerini tutamaz' diye iddia ediyordu. Böylelikle ABD, Nikaragua'nun balıkçı filolarının bombalanmasına ve çiftliklerin yanında gıda malzemelerine de saldıran Kontraların finanse edilmesine onay verdi. 1990'daki seçimde bazı Nikaragualılar mideleriyle oy verdiklerini söylüyordu. Küba'ya karşı uygulanan ambargo, 1990'larda Irak'ta onbinlerce çocuğun ölümüne yol açan ağır ekonomik yaptırımlar (ABD'nin Irak'ın bazı bölgelerinde belli grupları teslim olmaya zorlamak için yine gıdayı silah olarak kullandığına dair kanıtlar mevcut) ve Meksika'daki Mayaları isyana sevk eden 1994 tarihli Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması, ABD'nin yardımsever imparatorluk imajını çürütüyor. Gıdayı silah olarak kullananlar sadece Zimbabwe Devlet Başkanı Mugabe'yle Birmanya'daki askeri cunta değil. ’Düşük Yoğunluklu Savaşlar', uluslararası ticari engeller ve yaptırımlar, şirket politikaları ve bağlayıcı borçlarla Reagan ve oğul Bush'un yönetimindeki yeni muhafazakârlar da aynısını yapıyor. First Lady Laura Bush çok doğru olarak gıda fiyatlarındaki ani artışa ilişkin daha fazla şey yapılması için dünyaya çağrı yaparken, kendi ülkesinin tarihine ve gıda arzı üzerindeki etkisine dair daha fazla şey öğrenmek isteyebilir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde ’Herkesin uygun sağlık koşullarındaki bir hayat standardına hakkı vardır... gıda buna dahildir' deniliyor. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Anlaşması'ndaysa şu ifadeler kullanılıyor: ’... herkesin açlık çekmemeye yönelik temel hakkı için dünya gıda arzının ihtiyaca göre adil dağılımının sağlanması amacıyla bireysel ve uluslararası işbirliğiyle önlemler alınmalı ki, gıda üretimi, muhafazası ve dağıtımına dair özel programlar ve geliştirilmiş metodlar buna dahildir'. 1974 tarihli Dünya Gıda Konferansı Genel Oturumu 3180 sayılı kararında da ’Fiziki ve zihinsel melekelerini tam olarak geliştirip, korumaları için her erkek, kadın ve çocuğun açlık ve yetersiz beslenme çekmeme yönünde yadsınamaz hakkı vardır' deniliyor. Gıda hakkında kafa yorulacak bazı noktalar şunlar: Gıda, doğal bir hak olarak mı görülmeli? Gıda yokluğunda gerçek bir demokrasi ve özgürlük olabilir mi? Gıdanın siyasi ve askeri bir silah olarak kullanılması terör değil midir? Neticede BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, dünya gıda krizini tartışırken ’Açlık, uğruna mücadele ettiğimiz her şeyi boşa çıkartıyor' dediğinde belki de haklıydı. Özellikle de bu açlık, gıdanın silah olarak kullanılmasından kaynaklanıyorsa...“[41] Bunları hep “Avrupa Merkezci“ sömürgecilik yaptı ve hâlâ da yapıyor! BM Gıda Hakkı Raportörü İsviçreli Jean Ziegler'in, “Küreselleşmenin her bir günü terör demektir. Dünyada her 7 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Bu bir kader değildir, fakat emperyal bir saldırıdır. Bu saçma ve ölümcül düzenin tek nedeni de küçük bir azınlığın sürekli sınırsız kâr peşinde koşmasıdır ve bütün bunların bir numaralı sorumlusu ise Amerikan imparatorluğudur,“ diye isyan ettiği koşullarda birinci örnek; kapitalist sistemin XXI. yüzyılda kendini “aynen“ tekrar ediyor olmasına ilişkindir: Köleliğin meşru olduğu dönemlerde güçlü olanlar bir bölge veya ülkeyi işgal edip o bölge insanını tarlalarda, madenlerde, çeşitli yerlerde üretim alanında çalıştırıyorlardı. Bugün kölelik sisteminin meşru olduğu dönemde yapılan baskıcı ve sömürücü çalışma sistemi, aynı yöntemlerle başka bir ad altında kendini tekrar ediyor! İkincisi de küresel(leştirilen) açlığın zenginlerin ziyafet sofrasını oluşturduğudur... Bunun da örneği şu: Açlık ve gıda krizine odaklanan G8 liderleri, sadece akşam birbirinden pahalı ve hazmı zor 19 yemeği mideye indirdi. Zirvenin 566 milyon dolarlık masrafıyla tüm Afrika'da sıtmayla mücadele edilebilirdi... Ekonomisi en gelişmiş sekiz ülkenin (G8) liderlerinin Japonya'da yiyip içtikleri bile, küresel ısınma, artan petrol ve gıda fiyatları, açlık ve yoksullukla mücadele gündemiyle yapılan zirvenin ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermeye yetti. Menüdeki birbirinden pahalı ve hazmı zor yemekler, İngiltere basınına “Gıda kıtlığını konuşup sekiz koldan ziyafet çektiler“, “Ölümcül yemek“, “G8 liderleri, havyar ve deniz kestanesi üzerine gıda krizini düşündü“ başlıklarını attırdı. Zira İngiltere Başbakanı Gordon Brown zirveden halkına “gıda israfına son“ çağrısı yapmıştı. Oysa Japonya'nın zirveye harcadığı toplam 60 milyar yenle (566 milyon dolar) Afrikalıların sıtmaya yakalanmasını önleyebilecek 100 milyon cibinlik alınacağı hesaplanıyor. 7 Temmuz 2008 akşamı liderlerin tabaklarından gelip geçen 19 çeşit yemeğin bazısı şöyle: Meze olarak mısır doldurulmuş hayvar, tütsülenmiş somon, “acı sürpriz“ tarzı deniz kestanesi, sıcak soğanlı turta, kış zambağı soğanı... İkinci turda yosun aromalı soğuk Kyoto bifteği şabu-şabu, susam kremalı kuşkonmaz, avokado, jöleli soya sosu ve şiso otu eşliğinde dilimlenmiş yağlı ton balığı, yine böyle karmaşık sosların eşlik ettiği haşlanmış deniztarağı, karides, ızgarada pişip dulavratotu sapına sarılmış yılanbalığı, soya soslu ve şekerli kızartılmış kayabalığı... Üçüncü turda tüylü yengeçten “Kegani“ koyu çorbası ile tuzda kavrulup soslanmış Japonya'ya özgü bir kaya balığı türü... Ana yemek olarak aromatik otlar ve hardalla pişirilmiş hâlde sütle beslenmiş “şiranuka“ kuzusu, kuzu kebabı, kuzu eti suyuyla pişirilmiş mantar türleri. Ayrıca çok özel peynirlerden bir seçki sunulurken, son olarak “G8 fantazi tatlısı“ ile şekerleştirilmiş meyve ve sebzelerle getirilen kahve servis edildi. İçki listesinde de sakinin yanısıra Le Reve grand cru şampanyası ile Corton Charlemagne 2005, Chateau Latour burgundy, Ridge California Monte Bello 1997, Macar kökenli Tokaji Essencia 1999 şarapları vardı. 8 Temmuz 2008'de de liderler dev yengeç, kilosu 100 dolara langusta gibi lezzetleri mideye indirdi. Bir kadının günde ortalama 1940, erkeğin 2550 kaloriye ihtiyaç duyduğunu, zirvede sadece öğle yemeğinin 1622 kalori, akşam yemeğinin ise bunun katları olduğunu, günlük protein ve yağ alımının iki katını içerdiğini aktaran Times, bu kadar tıkınmanın üzerine liderlerin dünya meselelerini konuşacak hâlleri kalamayacağını belirtti. 7 Temmuz 2008 günü emeklilikten geri çağrılan, Michelin yıldızı kazanmış ilk Japon şef Kutsuhiro Nakaruma, 8 Temmuz 200'de Michelin'in üç yıldız verdiği Fransız şef Michel Bras yemekleri pişirdi. Aşçıbaşılara masraflar için açık çek verildi. Sadece zirvenin medya merkezi 48, fibreoptik kabloları 86 milyon dolara mal oldu. Başkanlık suitleri gecesi 14 bin dolar olan Windsor Otel'in yenilenmesi, liderlerin ikamet ve gidiş gelişi, 21 bin polisin teyakkuz hâli, uçak ve sahil korumanın devriye masrafları da cabası... Oysa Brown gıda harcamalarında haftada 16 dolar, yılda 832 dolarlık tasarruftan söz ediyordu. Büyük tıkınmadan, 2007 yılındaki bildirinin bir benzeri çıktı. G8 ülkeleri küresel ısınmaya yol açan sera gazları salımının bugünkü değerleri üzerinden 2050'ye dek yüzde 50 oranında azaltılmasını kabul ederken, ne azaltıma başlayacakları tarihi belirledi, ne de orta vadeli (2020 için) hedef koydu. ABD Başkanı George W. Bush harekete geçmek için Çin ile Hindistan'ın da aynısını yapması şartını tekrarladı. Çevre örgütleri bildiriyi “acıklı“ diye niteledi! Bu vahametin ardından bununla bağıntılı üçüncü örnek de şu: Joseph Stiglitz, ’Frankfurter Allgemeine Zeitung'a yaptığı açıklamada, 1930'lardaki büyük depresyona benzeyen bir süreçten geçildiğini vurgulayıp, Bush hükümetinin yaptığı büyük hataların ceremesini vergi yükümlülerinin sırtlandığına dikkat çekerken, “900 milyar doları aşkın bir yük var. Ama benim beklentim, bu zararın 2 trilyon doların üzerinde olacağı şeklindedir. Hasta çocuklar için birkaç milyar dolar bulamayan ama AIG için 85 milyar dolar bulan, ne biçim bir toplum bu?“ diye sormaktadır! Ve nihayet bir dördüncü örnek de şöyle: Brüksel'de dilenciler ve evsizler çoğaldı, Ekonomi Dairesi verilerine göre, Brüksel'de yaşayan en yoksul yüzde 10 nüfusun tüm gelir içindeki payı yarı yarıya azalırken en zengin yüzde 10'un payı yüzde 29'dan yüzde 34 çıktı. Brüksel'de yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun gittikçe açıldığını ve bunun Brüksel kenti ve geleceği için gerçek bir tehlike oluşturduğunu söyledi. 2007 yılında Brüksel'de 32 evsizin yaşamını yitirdiğini açıkladı. Evsizlerin çoğunun hastalandıklarında iyi bakılmamaları nedeniyle öldüğü ortaya çıktı. 32 evsizden 13'ünün sokakta yaşamını yitirdiği ifade edildi... Alın size “Avrupa Merkezci Uygarlık“tan kareler! “Avrupa Merkezci“ sömürgeciliğe mündemiç örnekler çoğaltılabilirse de, en iyisi burada durup, “küreselleşme“ dedikleri yıkıma ilişkin yekpare bir saptama yapmak daha doğru olur... Şu neo-liberallerce göklere çıkartılan “küreselleşme“ nasıl bir şeydir? Aynen şöyledir: “Üretim ve tüketim kozmopolit bir karakter alır. Sanayilerin dayandıkları ulusal zemin kayar. Yeni sanayiler ortaya çıkar. Bu sanayiler artık sadece yerli hammaddeleri değil, dünyanın en ücra yerlerinden getirilen hammaddeleri işlerler. Faaliyetleri için sınır tanımadan hareket etme kabiliyetine kavuşurlar. Ortaya çıkan engeller kolayca, kimi zaman da zorbalıkla yıkılır. Üretilenler ise yalnızca üretildikleri yerlerde değil, yerkürenin her yerinde tüketilir. Bütün bu anlatılanlar yalnızca maddi üretimde değil, düşünsel üretimde de böyledir. Tek tek ülkelerin düşünsel üretimleri artık ortak mal hâline gelir. Ulusal tek yanlılık ve dargörüşlülük artık olanaksızlaşır. İletişim araçları öylesine hızla gelişir ki, tüm uluslar, hatta en barbar olanlar bile ’uygarlığın' içine çekilirler.“ Manifesto'da Karl Marx küreselleşmeyi böyle anlatır. 160 yıl önce yapılan bu tanımlama esası bakımından tamdır. Eksiği yoktur. Anlatılan hikâye, bizim bugün artık iliklerimizde hissettiğimiz ve bu nedenle de daha kolay kavrayabileceğimiz, anlayabileceğimiz bir hikâyedir. “De te fabula narratur“ dedikleri budur. Hikâyenin hiç kuşku yok yeniden gözden geçirilmesi, yaratılan bu küresel dünyanın, bunalımların üstesinden nasıl geldiğinin ya da gelebileceğinin de anlatılması gerekir. O da yapılmıştır. Manifesto, küresel sistem açısından çare, “üretici güçler kitlesinin bir bölümünün zorla yıkılması, diğer yandan yeni pazarların fethedilmesi, eski pazarların yeni yöntemlerle daha yoğun biçimde sömürülmesidir“ diye tanımlar yeni durumu. Bütün bunların olabilmesinin, yapılabilmesinin somut sonucu belirsizliğin, hareketliliğin artması, sabit, donmuş ilişkiler ağının dağılması, eski saygın önyargıların, görüşlerin süpürülüp gitmesi, yeni oluşan yargıların ise daha gün batmadan eskimesidir. Kısaca “katı olan her şey buharlaşıyor“ diye yazar Manifesto. Hikâye burada bitmez. Hem hikâye burada bitmez, hem de bütün bu anlatılanlar, yine Manifesto'da çok açık ve net anlatılmış olan sömürü düzenini gözlerden gizleme amacını gütmemektedir. Tam tersi içindir. Hikâyenin tamamlayıcı parçası, çarpıcı sonu şöyledir: Maddi üretim alanında gerçekleştirilen dönüştürücü faaliyet, toplumsal ilişkilerde kendini giderek daha az gösterir. Siyasal kurumlarda, kültürel faaliyetin gerçekleşme biçimlerinde, kısaca pek çok kişinin sanki gerileyen o değilmiş gibi övgüyle söz ettiği “demokraside“ açık bir çökme, gerileme görülür. Zorbalığın daha fazla gündeme gelmesi, toplumun ince yöntemlerle güdülmesi, “yönetişim“ saçmalıklarının, “sivil toplum“ aldatmacalarının basın eliyle pohpohlanması tüm bu gerilemenin aracı olur. Küreyi daha büyük bir hızla sonraki döneme hazır hâle getiren egemen ve denetlenmesi artık imkânsızlaşan küresel güç, aynı hızla kendini korumanın yolunun demokrasiyi toplumsal olmaktan çıkarmak olduğunun, bu yolun hızla kapatılması gerektiğinin de bilincine varmıştır. 1 Mayıs'lara duyulan öfkenin, devrimci olanı pazara çıkarma, satışa sunma becerisinin, çevrilen binbir türlü dümenin nedeni budur. Bütün mesele, gerçeğin karmaşık olduğunu anlamak, ama o karmaşıklığın içindeki açık ve net saflaşmayı görebilmektedir: “Uygarlıkla“ “toplumsal insanlık“ arasında ortaya çıkan ve genişleyen açı, “uygarlığı“ hem toplum hem çevre için giderek daha dayanılmaz bir felakete çevirmektedir. Yapılacak iş “toplumsal insanlığı“ tıpkı Feuerbach Üzerine Tezler'in 10.'sunda olduğu gibi bilince çıkartmaktır. Ve sonra 11. Tez'e gelirsiniz: Yorumlamakla yetinmemek gerekir. Asıl olan değiştirmektir... Değiştirmektir! Çünkü mevcut dünya “Avrupa Merkezci“ sömürgeciliğin en üst aşamasına denk düşen “küreselleşme“yle topyekûn bir vahşeti yaşamaktadır! İşte bunun yorum bile gerektirmeyen verileri... ABD'de üst düzey şirket yöneticilerinin gelirleri ile bir işçinin aldığı ücret arasındaki fark yaklaşık 500'e 1 oranındadır. Daha “küresel“ bir rakam verelim. Dünya nüfusunun en üst yüzde 20'lik dilimi, en alttaki yüzde 20'lik dilimden 150 misli daha fazla gelir elde ediyor! Merrill Lynch'in 2008 raporuna göre, dünyanın en zenginlerinin sayısı 2007 sonunda 10 milyonu aşmış. Artık dünyada 10 milyondan fazla dolar milyoneri var... Bu en zenginlerin toplam serveti de 1986 da 7.200 milyar dolardan 1997 de 17.400 dolara, 2007 de de 40.700 milyar dolara yükselmiş. Ne büyük başarı... Bu arada ortalama servetlerinin değeri de ilk defa 4 milyon doların üstüne çıkmış... Sadece en zenginlerin sayısı artmıyor zenginlikleri de artıyor... Velhasıl küreselleşme kazandırıyor... Türkiye ’yükselen piyasa' olarak bu sürecin dışında değil! Yine Merrill Lynch'in verdiği rakamlara göre: “Türkiye'de toplam varlığı 1 milyon doların üstünde bulunan yüksek ve ultra yüksek varlıklı kişi sayısı 2006'da 42 bin iken, 2007 yılında bu rakamın 8 bin kişi artarak 50 bini aştığı belirtildi.“ Türkiye milyoner sayısını artırmakla da kalmıyor yüzde 17.5'lik oranla dünya ortalamasından 3 kat daha hızlı artırıyor... Dünyanın en zengin 10 milyonu dünya nüfusunun sadece binde onbeşini [yüzde 0.15] oluşturuyor... Kapitalist üretim aynı anda zenginlik ve yoksulluk üretmeden varolamaz... Dünyadaki açlıkla mücadele ettiğini söyleyen Dünya Bankası'nın açıkladığı son rakamlar söylediklerimizi bir kere daha doğrular nitelikte. Bankanın 9 Eylül 2008 tarihli raporunda 2005 de üç milyar 140 milyon insanın günde 2.5 dolardan az gelirle “yaşadığı“, bu nüfusun yüzde 44'ünün de günde 1.25 doların altında gelire sahip olduğu belirtiliyor. Yüzde 85'i beş yaşın altında çocuk olmak üzere her gün 30 binden fazla insan, açlıktan, yetersiz beslenmeden, sıradan bulaşıcı hastalıklardan, vb. ölüyor! Dünya Tarım Örgütü de 820 milyon insanın yetersiz beslendiğini açıkladı... 1.1 milyar insanın içme suyu sorunu var veya içtiği su sağlığa uygun değil. 2.4 milyar insan da “yeterli“ sağlık bakımından yoksun... Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yapılan bir araştırmada, “sosyal çevrenin insan sağlığı üzerinde genetik özelliklerden çok daha fazla etkide bulunduğu“ sonucuna varıldı. Raporda şu örnekler sıralandı: Afrika'daki Lesoto Krallığı'nda doğan bir kız çocuğu, Japonya'daki bir yaşıtından ortalama 42 yıl daha az yaşıyor... İsveç'te kadınların hamilelik ve doğum sırasında ölme oranı 17 bin 400'de birken Afganistan'da her 8 hamileden biri çocuğunu göremeden ölüyor... İskoçya'nın banliyölerinden Calton'da doğan çocuklar, yakınlardaki nezih semt Lenzie'de doğanlara göre ortalama 28 yıl daha az yaşıyor... Bunun yanında dünyada insan sağlığını en çok tehdit eden sorunlar sıralamasında savaş, trafik kazaları, cinayetler ve intiharlar gibi şiddetin yarattığı sağlık sorunları ikinci sıradadır. Günümüzün (uygar!) dünyasında çatışmalar sonucu arındırma sistemlerinin harap olması, savaşa bağlı yerinden olma, toplu yaşam, salgın hastalıklar gibi nedenler sivil kayıpları yüzde 10'lardan yüzde 90'lara tırmandırmıştır. UNICEF'in 1995 yılı raporu 1985-1995 yılları arasında 2 milyon çocuğun çatışmalarda öldüğünü, 4-5 milyon çocuğun sakat kaldığını, 12 milyon çocuğun evsiz, 10 milyon çocuğun psikolojik sarsıntıya uğradığını ortaya koymaktadır. UNICEF'in karşılaştırmaları insanlık için gerçekten büyük bir hayal kırıklığıdır. Örneğin Çin, Rusya'dan aldığı 25 savaş uçağı yerine 140 milyon vatandaşına 1 yıl yetecek sağlıklı su sağlayabilirdi. Hindistan, Rusya'ya sipariş ettiği 20 MİG-29 savaş uçağına harcadığı para ile 15 milyon kız çocuğunun temel eğimini sağlayabilirdi. Güney Kore, ABD'ye ısmarladığı 28 füze mermisi yerine 120.000 aşısız çocuğu aşılatabilir ve 3.5 milyon vatandaşına sağlıklı su sağlayabilirdi. Nijerya, İngiltere'den aldığı 80 tankın maliyeti ile 2 milyon aşısız çocuğu aşılayabilir, 17 milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilirdi. Pakistan, Fransa'ya ısmarladığı 40 Mirage 2000E avcı uçağı yerine, sağlıklı suya ulaşamayan 55 milyon insanın iki yıllık su ihtiyacını karşılayabilir, 20 milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilir, sağlık hizmetine ulaşamayan 13 milyon vatandaşına temel ilaçları sağlayabilir ve ilkokula gidemeyen 12 milyon çocuğun temel eğitimini karşılayabilirdi.[42] Kanser araştırmaları için milyarlarca dolar para harcayan ABD'nin, Vietnam savaşında 14 milyon ton patlayıcı kullanması ne inanılmaz bir çelişkidir. İnsanlığın kendi yarattığı şiddet ve savaşlar ile kendi türünü böylesine acımasızca yok etmesinin anlaşılabilir, insani bir açıklaması yoktur! “Avrupa Merkezcilik“ sömürgecilik tarihsel olarak tükenmiştir! Mevcut kriz de bunun somut verilerinden birisidir. Kriz koşullarında durum tam da böyleyken; sıkça telaffuz edilen iki sorudan biri “Kapitalizm Çöküyor mu?“; diğeri de “İyi de “İyi de Krizle Ne Olacak?“dır... Birinci, soruyla başlarsak; liberal Atilla Yayla'nın, “Kapitalizm çöküyor mu?“ sorusuna yanıtı, “elbette“ negatiftir! Bunda şaşırtıcı bir şey yok; tıpkı Doğan Grubu yazarı “Prof. Dr.“ Türker Alkan'ın, “Kapitalizm sona erer mi? Mümkün değil. Kapitalizm (yaşanan bunalıma rağmen) altın çağını yaşıyor ve görünüşe göre bu şimdilik devam edecektir,“ demesi gibi... Ancak “ne idüğü belli“ bu fantezilerle “uğraşmak“ gereksiz bir zaman kaybından başka bir şey değildir! Görüldüğü gibi, kapitalizmin krizlerin insan(lık)ın açlık ve trajedilerine yol açarken, kapitalizmin bu krizleri “aşıp“/ “bastırarak“ ertelemesi de, insan(lık)ın açlık ve trajedilerini daha da büyütmekte, yeni emperyalist paylaşım ve tepişmelere kapı açmakta, insan(lık)ın başına faşizm, ırkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik, saldırganlık ve savaş illetini bela etmektedir! Bir an anımsayın: Çok değil, bir süre önce tüm dünya gıda kriziyle boğuşuyordu. Pirincinden buğdayına kadar temel tarım ürünleri fiyatları rekor seviyelere ulaşırken, ihracatçı ülkeler, “Stoklarımız tükendi, sadece kendimize yetecek kadar ürünümüz kaldı“ feryatları ile çalkalanıyordu. Küresel borsalarda ağzı yanan büyük fonlar da çareyi emtia piyasalarında bulunca, gıda krizi daha da içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Birleşmiş Milletler'den Dünya Bankası na, IMF'sinden Uluslararası Gıda Örgütü'ne kadar tüm kesimler, “Acil önlem alınmazsa açlık yüzünden milyonlar ölebilir“ uyarısı yapıyordu. Ancak aradan sadece birkaç ay geçti; ortada ne gıda krizi kaldı ne de rekor fiyatlar. Özellikle pirinçteki spekülasyonların odağında yer alan Chicago Emtia Borsası'nda fiyatlar yüzde 20 düştü. “Gıda stokları tükendi“ tezlerine karşın son açıklanan verilere göre buğday ve pirinç gibi ürünlerde üretim rekorları yaşanıyor. Örneğin Hindistan'da 9 Temmuz 2008'de açıklanan resmi verilere göre bir yıldaki pirinç üretimi 100 milyon tona dayanarak (96.4 milyon ton) rekor seviyeye çıktı. 2008'in Ocak ile Mayıs ayları arasında pirinç fiyatlarında yüzde 70'e varan artışlar yaşanmasına karşın son iki ayda bu rekor fiyatlardan eser kalmadı. Örnekte de görüldüğü üzere, kapitalist sistem tarihsel olarak ölmüştür, ve pratik olarak da sürdürülemez bir yıkım ve yok oluştur... İkinci, “İyi de Krizle Ne Olacak mı?“ sorusuna gelince; David Leonhardt'ın, “Çözüm banka kurtarmakta değil. Sorunun temeli ele alınmadı,“[43] dediği koşullarda, “Bu tedbirler krizi aşmaya yetmez! Hâlâ ortada dünya ekonomisinin 10 katı büyüklüğünde bir kredi, döviz, faiz türevleri köpüğü var. Krizin geride kalması için bunun yüzde kaçının tasfiye edilmesi gerekir, bu tasfiye ne gibi riskler içerir, ben bilmiyorum; aslında bilen de yok.[44] Diğer taraftan, ’küreselleşme' ya da en azından önceki 5 yılın ’refahı' bu köpüğün üzerinde gerçekleşti. Bu köpük sönerken oluşan sorunlar, beş yıl önce olduğu gibi piyasalara para basarak köpük korunarak çözülecek gibi değil. Bu pisliği üreten yozlaşmış bankaları kurtarmak da çözüm değil. Diğer taraftan, bu köpük sönmeye devam ettikçe, sanayinin bu köpük sayesinde çalışan üretim kapasitesine, refahı bu köpüğü oluşturan kredilere dayanmış tüketiciye ne olacak... Ekonomik daralmanın, reel sektörün mali piyasalar üzerindeki etkisi ne olacak? Temizlenmesi gereken pislik çok büyük, tüm mali sistemin içi çürümüş durumda. Bu yüzden, ne yazık ki, daha uzun bir süre, tünelin ucunda bir ışık gördüğümüzde, bu büyük bir olasılıkla, üzerimize gelmekte olan bir trenin ışığı olacak“![45] Bu somut temelinde ilk “ara sonuçlar“ ile “yapılması gerekenler“e gelince; dünya için yeni bir dönem açılıyor. İflas eden tek tek bankalar değil, kapitalizmin sinir merkezlerinde finans sistemi çöküyor. Artık, sadece demokrasi sorunlarıyla sınırlamayız, sınıf mücadelesinin bittiği, devrim hedefinin nihayete erdiği masallarına prim veremeyiz... Nihayet, en yetkili ağızlardan itiraf edildiği gibi, 1929 türü bir krizle karşı karşıyayız. Bu dünyanın pozitif (yani emekten yana olduğu kadar), negatif (sermaye ve ezenlerden yana) olarak değiştirilmesi imkânına kapı açan bir zemindir. Soru(n) kapıyı kimin açacağındadır! Krizle bir kez daha iflas eden sürdürülemez kapitalist model dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiş boyutta, inanılmaz bir adaletsizlik ve eşitsizliğe yol açtı. Bunlar yetmemiş gibi şimdi de dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Artık kapitalizm bütün insanlık ile doğanın baş düşmanıdır. Üretimden oluşan zenginlik kesinlikle topluma dağıtılmadığı ve kapitalist sınıfın sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiği için bu duruma gelindi. Kapitalizmin ürettiği zenginliği toplum ve kamu yararına kullanılmasına hizmet ettiği sözünün bir efsane ve tam bir safsata olduğu XXI. yüzyılda çok net bir şekilde ortaya çıktı. Ortadaki tablodan sonra tek bir söz kalıyor: “Kapitalizmin canı cehenneme!“ Bu sözü söylemekten korkmayın, korkmayalım, korkulmasın... VAROŞTAN MERKEZE, YERELDEN BÖLGESELE ORADAN DA KÜRESELE 8-) Krize karşı alternatif küresel mi, yerel mi olmalıdır? XXI. yüzyılda ancak “aşırı budalalık“, yani “tüketiyorum öyleyse varım“ salaklığı, veya yabancılaşması kapitalizmi insanlığın geleceği için bir seçenek saymaya götürebilirdi; ancak kriz ve başkaldıran insan(lık) buna izin vermedi... Bunu sevgili hocam İzzettin Önder, “Kriz kalbimize su serpti... ABD'de başlayan kriz beni çok rahatlattı, tabii ki binlerce insan işsizliğe ve yoksulluğa itileceğinden değil, ama sistemin makyajının eridiğinden dolayı,“[46] diye betimliyor... Kapitalizmin makyajını silerek, gerçek yüzünü kitlelere deşifre eden kriz koşullarında mücadele varoştan merkeze, yerelden bölgesele oradan da küresele yönelmek zorundadır... Hayır ne “yerel“i “küresel“in ne de “küresel“i “yerel“in karşıtıymış gibi sunmamak/ koymamak gerek... Varoşta olmayan bir şey merkezde olmayacağı gibi, yerelde olmayan da bölgesel ve küresel planda olamaz... Yeri geldi Hasan Bülent Kahraman'dan nakille, “Türkiye'nin kaderini varoşlar tayin ediyor“;[47] E. Ahmet Tonak'ın ifadesiyle de, “Sosyal patlamalar artık dünya varoşlarında yaşanacak“![48] Kriz koşullarında mücadeleyi bu perspektiften ele almak en doğru olandır. LATİN AMERİKA... 9-) Eşiniz, yazar- Sibel Özbudun Hanımla gerçekleştirdiğiniz son Latin Amerika gezisinde, insanların, ABD'nin içinde bulunduğu bu nasıl bir tepki gösterdiklerini anlatabilir misiniz? Latin Amerika coğrafyası, yerelden bölgeseli kucaklayan bir direniş coğrafyası olması hasebiyle küresel direniş için önemli bir mevzidir... Ahmed Amrabi'nin de belirttiği gibi, “Latin Amerika ülkelerinde, Amerikan hegemonyasından kurtulmak ve yerli milyarderlerin ortaya çıkmasıyla birlikte sıkıntıları genişletmekten başka işe yaramayan ’serbest pazar ekonomisi' düşüncesini ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir bağımsızlık eğilimi yükseliyor. Şu ana dek Venezüella, Nikaragua, Bolivya, Ekvador ve Paraguay kurtulmuş durumda. Kolombiya'da da silahlı devrimci mücadele var. Venezüella Rusya'yla deniz tatbikatlarına katılmaya hazırlanıyor. Bu nedenle gelecekteki 10 yıl ABD'nin kendi arka bahçesiyle uğraşacağı bir dönem olabilir. Bu durum, ABD'nin Irak ve Afganistan'daki kanlı sayfasının dürülmesini hızlandırabilir.“[49] Özellikle Fidel Castro'nun açtığı yoldan Venezüella, Bolivya, Kolombiya ve Ekvador'daki mücadeleler ABD emperyalizmine karşı yeni mevziler kazanmaktadır! Örneğin Angel Guerra Cabrera'nın da işaret ettiği gibi, “Ekvador'da yapılan referandumla yeni anayasanın ezici bir çoğunlukla kabul edilmesi, Latin Amerika ve Karayibler'deki halk gücünü gösteren bir kanıt. Bu güç, emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı politik yollarla peş peşe darbeler indirmekte. Kuşkusuz öncelikle bu, Ekvador halkının ve Başkan Correa'nın zaferidir. Halkın büyük çoğunluğu Başkan Correa'ya güvenini yeniden göstermiştir. Emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı politik yollarla peş peşe darbe indiren halk gücünü gösterdi. Geçmişteki toplumsal kavgaların yarattığı ortak bilinç ve deneyim olmasaydı Washington destekli oligarşinin, toprak sahiplerinin, sağın ve kilisenin çılgınca yürüttüğü medyatik kampanyaya karşı böyle bir zafer kazanılamazdı. Bu hükümetin aldığı önlemler nedeniyle ayrıcalıklı durumlarını kaybedenler onlardı. Yeni anayasal düzen, onların yönetimine, yağmacı kurumlarına, bağımlılığa, ayrımcılığa ve ırkçılığa son verecektir.“[50] Evet Ekvador'da 28 Eylül 2008 günü yapılan yeni anayasa referandumunda, Devlet Başkanı Rafael Correa hükümetinin yeni anayasa projesi kabul edildi. Sonucu “yurttaş devriminin“ teyidi olarak yorumlayan Correa, zaferi “tarihi“ olarak niteledi. Bununla birlikte Ekvador'un halkçı lideri Rafael Correa'nın “yurttaş devrimi“ olarak sunduğu anayasa reformunun referandumda kabul görmesinden cesaret alan Ekvadorlu topraksız köylüler, boş arazileri işgal etmeye başlarken; Yeni anayasa, ülkedeki bütün yabancı askeri üslerin kapatılmasını da öngörüyor. Bu da ABD'nin, liman kenti Manta'da, uyuşturucuya karşı yürüttüğü operasyonlar için yaklaşık 10 yıldır kullandığı hava üssünü terk etmesi demek oluyor! Ekvador'un yanında; Morales'in kamulaştırma çabalarından rahatsız olan ABD işbirlikçisi zenginler geniş özerklik peşinde olduğu Bolivya da emperyalizme darbe indiren bir değişimi yaşıyor. Martin Suso'nun ifadesiyle de, “Çoğunluk Morales'i desteklerken çıkarları zedelenen sağın zorbalığı artıyor... Bu değişim sürecinde neler olacağını bilmek zor. Görünen o ki yerel sağ çatışma yolunu seçti. Bir kez daha anlaşıldı ki projeleri ülke için değil. Umutsuzluk onları körleştirmiş. Kendilerine ne bölgesel ve ne de uluslararası bir destek bulabildiler. Geriye ülkeyi yakıp yıkmak kaldı...“[51] Ancak bunların hiçbiri Morales'i, emperyalizme karşı mücadeleden vazgeçirmiyor! Bush yönetimi yetkililerinin değme gangsterlerle mafya babalarını “solda sıfır bıraktığı“ndan söz eden Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chávez, “Bu katillerin yanında Don Corleone ve Al Capone kundak bebeği kalır,“ derken; BM Genel Kurulu kürsüsünden “şeytan“ olarak nitelediği Bush hakkında, “Elinde ustura olan bir maymundan daha tehlikeli“ demektedir. Ülkesinin nükleer program geliştirmesi konusunda Rusya'nın yardım teklifine sıcak baktıklarını açıklayan Chávez, Beyaz Saray'ın ’gizli nükleer tesis' dediği İran'la ortak kurulan fabrikada üretilen ilk bisiklete binip “İşte atom bombası“ diyerek ABD Başkanı George W. Bush'la dalgasını geçecek kadar ciddi bir ABD karşıtıdır... Ve bunların tümü, çeşitli biçimlerde Latin Amerika'nın dört bucağına yansımaktadır... 14 Ekim 2008 07:37:25, Ankara. N O T L A R [*] Baran Dergisi, No:93, 16 Ekim 2008-42; Baran Dergisi, No:94, 23 Ekim 2008-43; Baran Dergisi, No:95, 30 Ekim 2008-44... [1] Thomas Mann. [2] Nicholas F. Brady-Eugene A. Ludwig-Paul A. Volcker, “ABD'ye Güven Veren Yeni Mekanizma Gerek“, The Wall Street Journal, 17 Eylül 2008. [3] Financial Times,15 Temmuz 2008. [4] Alper Akalın, “Krizin Çözümü Sosyalizm Soslu Kapitalizmde Değil“, Taraf, 28 Eylül 2008, s.14. [5] Bilal Sambur, “Tehlikede Olan Piyasa Ekonomisi Değil Özgürlüğümüzdür“, Taraf, 10 Ekim 2008, s.15. [6] Örsan K. Öymen, “Kriz Kapitalizmin Kendisidir“, Radikal, 8 Ekim 2008, s.11. [7] Kaynak: Orhangazi, Özgür (2008) Financialization and the US Economy, Edward-Elgar Publications. [8] Erinç Yeldan, “Kapitalizmin Yeniden Finansallaşması ve 2007 Krizi“, Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.13. [9] “Finans Kuralları Değişti“, Financial Times, 17 Eylül 2008. [10] CNN, 16 Eylül 2008. [11] BBC, 19 Eylül 2008. [12] Mustafa Kemal Coşkun, “Evet, Karl Marx Haklıydı!“, Radikal, 3 Ekim 2008, s.11. [13] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Bir Haksızlık Yapılıyor...“, Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.4. [14] “Romanları Fişleyen İtalya Önyargıları Ateşliyor“, Financial Times, 19 Ağustos 2008. [15] Giulia Lagana, “Berlusconi İtalya'yı Kendi Çiftliği Gibi Yönetiyor“, The Guardian, 24 Haziran 2008. [16] “NATO Afgan Sınavını Geçmekte Zorlanıyor“, Financial Times, 3 Şubat 2008. [17] Ceyda Karan, “Afganistan Samimiyetsizliği“, Radikal, 24 Mart 2008, s.10. [18] “Kâbil Kuşatma Altında“, The New York Times, 21 Ağustos 2008. [19] “Kâbil Kaybedilmek Üzere“, Kuds ül Arabi, 23 Ağustos 2008. [20] “Afganistan Her An Irak'a Benzeyebilir“, The Guardian, 28 Nisan 2008. [21] “Britanyalı Komutandan Afgan İtirafı“, Radikal, 6 Ekim 2008, s.11. [22] “Karzai Taliban'la Barış İçin Ricacı“, Radikal, 1 Ekim 2008, s.9. [23] Simon Tisdall, “Bush Giderayak Pakistan'a Dadandı“, The Guardian, 23 Eylül 2008. [24] “Başkan Adayları Afganistan Stratejilerini Geliştirmeli“, The Boston Globe, 11 Eylül 2008. [25] “Afganistan'da Yanlış Yoldayız“, The Washington Post, 6 Temmuz 2008. [26] Saad Muhyu, “ABD Afganistan'ı Kurtarayım Derken Pakistan'ı Yakacak“, El Haliç, 25 Eylül 2008. [27] Samir Sahla, “ABD'nin Pakistan'daki Hayal Kırıklığı“, Radikal, 29 Eylül 2008, s.11. [28] “Paris-Berlin Anlaşmazlığı Finans Krizinde AB'yi Yavaşlattı“, Le Monde, 3 Ekim 2008. [29] “Yeni Bretton-Woods Lazım“, The Guardian, 6 Ekim 2008. [30] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ’Tarihin Sonu'nu İlan Etmekte Aceleci Davrandı“, Beyan, 24 Eylül 2008. [31] Seumas Milne, “Tek Kutuplu Amerikan Düzeni Çöktü“, The Guardian, 28 Ağustos 2008. [32] Kishore Mahbubani, “Avrupa Dünyaya Cüce Gibi Görünüyor“, Financial Times, 22 Mayıs 2008. [33] Ahmed Amrabi, “Terörle Savaş Amacından Saptı“, Beyan, 24 Ağustos 2008. [34] Richard Haass, “Amerikan Hâkimiyetinin Yerini Ne Alacak?“, Financial Times, 15 Nisan 2008. [35] Ergin Yıldızoğlu, “En Yeni (Şimdilik) Dünya Düzeni“, Cumhuriyet, 11 Eylül 2008, s.12. [36] Metin Cengiz, “Marksist Sanat Anlayışı ve Devrimci Kırımı“, Varlık, No:2008/06-1209, Haziran 2008, s.51. [37] “Mazdek, ’mal insanlar arasında ortaktır' diyordu. Çünkü insanlar, Tanrı'nın kulları ve Adem'in çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre ötekinin malını kullanmalı ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. Mazdek'in bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu.“ (Nizamülmülk.) [38] Yıldırım Türker, “Hâlâ En Korkunç Hayalet“, Radikal İki, 7 Eylül 2008, s.3. [39] İsmet Berkan, “Kapitalizm Çöküyormuş“, Radikal, 12 Ekim 2008, s.3. [40] Ergin Yıldızoğlu, “İki ’Paketin' Hikâyesi“, Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.4. [41] Dallas Darling, “Gıda Silah Olarak Kullanılınca...“, Middle East Online internet sitesi, 20 Haziran 2008. [42] United Nations Development Program, Human Development Report, 1994. [43] David Leonhardt, “Çözüm Banka Kurtarmakta Değil“, The New York Times, 17 Eylül 2008. [44] Schwartz, International Herald Tribune, 19 Eylül 2008. [45] Ergin Yıldızoğlu, “Piyasalar ’Köşeyi' Döndü mü?“, Cumhuriyet, 22 Eylül 2008, s.12. [46] İzzettin Önder, “Kriz Kalbimize Su Serpti!“, Evrensel, 12 Ekim 2008, s.7. [47] Hasan Bülent Kahraman, “Cumhuriyeti Kuranlara da ’Baldırı Çıplak' Diyorlardı“, Sabah, 29 Eylül 2008, s.11. [48] E. Ahmet Tonak, “Sosyal Patlamalar Artık Dünya Varoşlarında Yaşanacak“, Mesele, No:21, Eylül 2008, s.46-50. [49] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ’Tarihin Sonu'nu İlan Etmekte Aceleci Davrandı“, Beyan, 24 Eylül 2008. [50] Angel Guerra Cabrera, “Latin Ülkeleri ve Yeni Seçenekler“, La Jornada, 2 Ekim 2008. [51] Martin Suso, “Kaos İçindeki Bolivya“, Alai-amlatina, Latin Amerika Haber Ajansı, 8 Eylül 2008.

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.