İsrail-Filistin Doğrudan Görüşmeleri ve Türkiye
Yakında İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri var. Bu görüşmeler ABD-İsrail-Türkiye Stratejik İşbirliği ruhuna el-Fatiha demeye yol açacak mı? Duruma bakılırsa kopmasa bile ilişkilerin epeyce gerileceğidir.
Bilindiği gibi uzun bir süreden beri Türkiye'nin ABD ve İsrail ile ilşkileri krizlerle sürmektedir. Ulusal çıkarları çakışmaktadır. Bu da, Türkiye'yi ABD ve İsrail karşıtı farklı güçlerle ilişki kurmaya yönelmektedir. Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyindeki oylamada İran'a karşı yaptırım uygulanması konusunda red oyu kullanması şeklindeki Türkiye'nin politıkasını ABD Başkanı Obama, "Türkiye bir müttefik gibi davranmamıştır" yorumuna yol açtı.
ABD'li yetkililer, "Türkiye'nin attığı bazı politik adımlar ittifakımızla ilgili soru işaretleri uyandırıyor" diyorlar.
Türkiye'nin son yıllarda izlediği anti-ABD ve anti-İsrail politıkası ABD tarafından incelemeye alınıyor. Toplantı üstüne toplantı yapıyorlar. Düşünce oluşturuyorlar. Aslında bu tür toplantılarla ABD tarafından Türkiye'ye verilmek istenen mesaj, “ABD ve İsrail'e karşı tutumunuzu değiştirin“ olmaktadır. Tutumunu değiştirmemesi halinde Türkiye'ye silah satmama kararını uygulayacakları uyarısını yapıyorlar. Daha ötesi yanlızlaştırma politıkası oluşturuluyor.
Türkiye'nin uzun süreden beri izlediği politıkaları incelemeye almak için ABD Dışişleri Bakanlığında Türkiye siyasetinin masaya yatırıldığı üst düzey katılımlı bir toplantı düzenledi. Toplantıya ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton başkanlık yaptı. Ayrıca ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Jack Lew, bakanlığın siyaset planlama direktörü Anne-Marie Slaughter, Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu müsteşar yardımcısı Philip Gordon ile diğer yetkililer katıldı. Toplantı sonrası öze ilişkin bir açıklama yapılmadı. Her ne kadar Türkiye üzerine yapılan ilk toplantı olmasada Türkiye'nin dış politıka konusunda Batıdan Doğuya bir eksen kaymasından duyulan kaygı üzerine gerek duyulduğu söyleniliyor.
Haklı olarak bu durum ABD ve İsrail'i Türkiye'ye karşı yeni bir politıka arayışına sevkediyor. Uzun süreden beri birçok hassas konuda çıkarlarının çatıştığı su yüzüne çıktığı görülüyor.
Bu son birkaç ay içinde olup bitenlere bakılırsa ilişkilerin epeyce yara aldığı ve derinleşeceği sanılıyor. Davos krizi, BM oylaması, “Gazze seferi”, Mavi Marmara Gemisi'ne yapılan operasyon ve sonrası gelişmeler bunun örneğidir.
Duruma bakıldığında Türk hükümetinin direktifi ile İHH'nın organize ettiği “Gazze seferi“ İsrail'in meşruiyetine yapılan bir sardırıydı.
Sonrasında Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıyı “dostlararası bir olaydı“ diyen olsada aslında sorun iki devlet arasında süren çıkar çatışmasının sonucuydu.
Bilinen bir gerçek var ki, İsrail'in Gazze'ye karşı uyguladoğı abluka sadece deniz ile sınırlıdır. Bunun nedeni Hamas'a silah sevkiyatını kontrol edebilmektir. IHH'nin bir Filo ile “Gazze seferi“nin amacı “insani yardım“ olmaktan öte Hamas'a silah ulaştıracak yolun açılmasına yönelikti. Zaten tüm uyarılara rahmen bildiğini okumasıda İHH'nında içinde olduğu siyasal islami kesimin İsrail'e karşı başlattıkları “cihad“ın neticesiydi. Siz bunu Türk devletinin İsrail'e karşı devreye koyduğu dönem politıkası olarakta okuyabilirsiniz.
Kimi yabancıların giden konvoyda olması gidişin amacını yok saymıyor. Dikkat edilirse ölenlerin hepsinin Türk vatandaşı olması bile tek başına bunun kanıtıdır. Yabancı olan kesim “insani yardım götüren sivil aktivist“ profilini çizerken İHH'de üyesi ve sempatizanları Türk vatandaşları İsrail Deniz Komandoları'na demir çubuk, bıçak, tabanca vb. ile saldırması bunun delillidir.
Ki bilindiği gibi Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas'ta, Gazze'ye uygulanan deniz ablukasını desteklemektedir.
Zaten karayolu ile Gazze'ye her türlü temel ihtiyaç maddelerin girişi sağlanmaktadır. Hatta İsrail'in İHH'nin organize ettiği Filo'nun taşıdığı malzemelerin Aşdod limanına indirmeleri uluslararası gözlemcilerin nezaretinde kontrol edildikten sonra tırlarla karayoluyla Gazze'ye ulaştırılma teklifi reddedilmiştir. Ki Türk Kızılayı zaten bu yolu kullanmakta ve bir sorunda çıkmamaktadır.
Gazze'ye uygulanan bir abluka var. Fakat birçok kuruluş İsrail'in rızasıyla yardımlarını sorunsuz Gazze'ye ulaştırabiliyor. Türk Kızılayı bunların başında geliyor. Türk hükümeti isteseydi sözkonusu malzemeleri Kızılay vasıtasıyla Gazze'ye ulaştırabilirdi. Ama yapmadı. Bir filo oluşturup “Gazze'ye sefer“ yapmaya çalıştı. Bilinir evdeki hesap her zaman pazara uymayabilir. Sefer yapılır yapılmasına ama zafer kazanılmadığı gibi elaleme rezil olma durumuda doğar. Türk devletinin düştüğü durum budur.
Türk devleti şapa oturdu. Büyük bir prejtij kaybetti. Olayı bilakis kendileri tarafından planlanmasına rağmen gelişmelerden sonra olup bitenlerin sorumluluğunu almaktan kaçındı. Sorumluluğu “ne yapalım bizde demokrasi var, engeleyemezdik“ deyip gidenlere yükledi.
Devlet sorumluluğu bu olmasa gerek. “Gazze seferi“nin sonuçlarını bilebilmeliydi. Ki sonucun buraya varacağını tahmin etmemeleri mümkün değildi. Ama buna rağmen bu yol tercih edildi. Bu yol tercih edilirken her iki ihtimalede İsrail'i suçlu veya teslim almayı düşündü.
“Gazze seferi“ başarılsaydı, Türkiye ambargoyu delen ülke olacak ve İsrail'e geri adım attığını böbürlene böbürlene dünya devleti propagandasını yapacaktı. Ogünden sonra ilgili ilgisiz her meselede taraflılığını iddia ederek pay kapmaya çalışacaktı. Bu tutmadı.
İsrail operasyon çekip 9 vatandaşlarını öldürüncede Türkiye bu kez İsrail'i uluslararası alanda suçlu sandalyesine oturtmaya çalıştı. Kendilerinide mağdur olarak gösterdi.
Fakat bu hesapta tutmadı.
Her ne kadar “Gazze seferi“, Türk devleti tarafından “gönüllü yardım seferberliği” olarak adlandırılsada aslında Türk devletinin İsrail'e karşı siyasi tavrının operasyonel aşamasıydı.
Sorun Gazze'ye insani yardım yapmaktan öte İsrail'e karşı siyasal üstünlük kazanmak olduğu ortaya çıktı.
Çünkü gönderilenlerin içinde siyasal islamist teröristler olduğu kısa sürede deşifre oldu.
Hatırlarsanız 16 Ocak 1996’da Trabzon’dan Soçi’ye gitmekte olan Avrasya feribotu, 250 Çeçen’in serbest bırakılmaları için Mustafa Tokcan liderliğinde 9 kişilik bir silahlı grup tarafından kaçırmıştı. Sonra Türk istihbaratı devreye girerek eylemciler teslim olmuştu. Eylemcilerden biri Hacerat kod adlı Erdinç Tekir’di.
31 Mayıs 2010’da İsrail'in operasyon çektiği Mavi Marmara Gemisi'nde ele geçirdiklerinin içinde Erdinç Tekir'de vardı.
Şimdi düşünmek gerek. Bu bir tesadüf müdür? Elbette değildir. Mesele „Gazze'ye insani yardım“ yapmak değil, siyasal islamcıların İsrail devletine karşı açtığı cihadın sonucuydu.
Masum insanların içine islamist militanları katıp gemilere yükleyip “haydi bre gazanız mübarek olsun“ diyen bir hükümet ortaya çıkan siyasi sonuçlarınıda üstlenirdi. Türk hükümeti bu cesaretide gösteremedi. Kabadaylığı kendilerine bahalıya mal oldu.
İddiaya göre bunu Anayasa referandumda başarıyla çıkmak için baş vurduğudur. Olup bitenlerin referandum sonucu nasıl etkileyeceğini beklemek gerekecek. Arap sokaklarında yaptığı etkiyi Türkiye'de de yapıp yapmadığını göreceğiz.
AKP hükümeti açısında Anayasa referandumunda olumlu bir katkısı olsada sorun bununla bitmiyor. Türkiye'nin uluslararası ve özeliklede ABD ve İsrail ile varolan sorunlarının dahada ağırlaşacağına yol açacağıdır.
“Gazze seferi“ ve Mavi Marmara Gemisi operasyonu Türkiye-İsrail ve doğal olarak Türkiye-ABD ilişkilerine ağır darbr vurdu. ABD bundan çok rahatsız. Bu olayla Türkiye'nin suç dosyası ABD nezdinde epeyce kabardı. ABD'nin kabullenemeyeceği bir şey İsrail'e düşman bir devletin müttefik olarak kabul edeceğidir. Bu da Türkiye'yi epey zora sokacağa benziyor.
İsrail ile Türkiye arasındaki kriz gelip geçici değildir. “Gazze seferi“ ve Davos'ta Türk Başbakanı Erdoğan'ın sergilediği tavır anlık duygusal çıkışlar değildir. İki devletin çatışan çıkarların dışa vuran sahneleriydi. Yakında bu çatışmanın yeni bir sahnesine şahit olacağız.
Yakında İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri var. Bu da aralarını epey bozacağına benziyor.
Türkiye en büyük sınavını İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri sırasında verecektir.
İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri Eylül ayında başlayacağı ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından resmen açıklandı. ABD Başkanı Barack Obama, Beyaz Saray’da bu görüşmelerin başlangıcını simgeleyecek bir akşam yemeği verecek. Yemeğe İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile Filistin lideri Mahmud Abbas’ın yanı sıra, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve Ürdün Kralı Abdullah’ı da davet ettiği söylendi. Türkiye davetliler arasında yok.
Bilindiği üzere Türkiye daha önce arabulu olabileceğini taraflara bildirmişti. Bayağıda kendini buna hazırlamıştı. Bir nevi zoraki gelin güvey olmak istemişti Bu kabul görülmediği gibi şu an şaşkın ördek gibi dışarda kaldı.
Türkiye durumu düzeltmek için devlet katında bir heyeti alelacele ABD'ye gönderdi. ABD ve Yahudi lobileriyle görüşmeler yapmaktadır. Durumu düzeltmeye çalışmaktadırlar. Ama suçu İsrail devletinden olduğunuda vurgulamaktan geri kalmamaktadırlar. Bu da aralarındaki çelişkilerin bu tür görüşmelerle aşılamayacağının habercisidir. Ki bunu yakında başlayacak İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri sırasında göreceğiz.
Öngörülen Netanyahu-Abbas görüşmesini Hamas’ın Şam’da yaşayan lideri Halid Meşal, “yasadışıdır“ diyerek tavrını ortaya koydu.
Yine büyük ihtimalle İran ve Suriye Hamas'ın bu tavrını destekleyeceklerdir.
Türkiye'nin bu durumda ne yapacağı merak konusudur.
Bugüne kadar Türk hükümeti, Mahmut Abbas'a karşı tercihi Hamas'tan yana yaptı.
Türk Başbakan'ı Erdoğan, haziran sonunda bir Amerikan televizyonuna verdiği röpörtajda açıkça Filistin lideri Abbas’ın ve Başbakan Salam Fayad’ın hukuki hiç bir dayanaklarının olmadığını söyledi. Devamla, “Seçim yapıldı. Hamas kazandı, yönetme onun hakkı” deyip Hamas'ın hamiliğine soyundu,
Mahmut Abbas'ında Türkiye'ye karşı mesafeli olduğu Mavi Marmara operasyonu ile ilgili verdiği masajlarla ortaya koydu.
9 Haziran’da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konsey’inde İran’a ek yaptırımlara onay istenen oylamada Türkiye’nin “hayır” oyu kullandığı gün Mahmut Abbas Beyaz Saray’da, Obama’yla görüşmesi sonrasında, “Sizin önünüzde söylüyorum, sayın Başkan, İsrail’e karşı yapılan bu tahrikte bizim hiç bir rolümüz olmadı” dedi.
Aktörler böyle konumlanırken biz Türkiye'nin bu doğrudan görüşmelerden nasıl konumlanacağını izleyelim.
Kuşkusuz bir yerde seçim varsa kazananın yönetme meşruiyeti doğar. Bu bir yerde ilk bakışta doğru gelsede herkesin uyulması gereken başka kurallarda vardır. Hamas bunları kabulenmeye yanaşmamaktadır.
İran, Suriye ve Türkiye'nin hamiliğini yaptığı Hamas İsrail'lin meşruiyetini tanımamaktadır.
Hamas Filistin yönetiminin İsrail ile geçmişte yaptığu anlaşmalarını tanımamaktadır.
İki devletli çözümü kabul etmemektedir.
Hamas, İsrail ile birebir görüşme taratarı değildir.
Şiddete son vermeye yanaşmadıkları gibi Hamas önderleri, cihad çağrısı yaparak İsrail'in meşruiyetini ve varlığına son verme gerekliliğini bildirmektedir. Türkiye üzerinde kendisine ulaşan İran yapımı Füzeleri İsrail'e habire salamaktadırlar.
Durum bu olunca Hamas'a yönetme şansı verilmemesi İsrail açısında gayet yerinde bir harekettir. İsrail'in kendini koruma hakkı gereğidir.
Türk hükümeti, “Seçim yapıldı. Hamas kazandı, yönetme onun hakkı” -ve siz bunu Türk devlet politıkası olarakta okuyabilirsiniz- Hamas'a sahiplenmekle “Yahudileri denize dökme” fikrine destek verdiği gayet açıktır.
Bu siyasi atmosferde başlayacak İsrail-Filistin doğrudan görüşmelerinden olumlu bir sonuç çıkmayacaktır. Arap ve müslüman çevrelerin İsrail'in Yahudi ülkesi olduğunu kabul etmeden tüm barış görüşmeleri başarısız olmaya mahkumdur. Bu nedenle şimdiye kadar doğrudan görüşmelerin kalıcı bir sonuca ulaşamamasının asıl nedeni budur.
Hiçbir Arap ve müslüman lider, İsrail Yahudilerin anavatanıdır diyemez. Diyeninde hain ilan edildiği ve kısa sürede sorumluluk tahtında indirildiği bilinir. Bu nedenle doğrudan görüşmeye giden Filistinli liderlerin kararının hayat bulması için Arap ve islam dünyasının İsrail'in meşruiyetini kabullenmekten geçer. Bugün bunun koşulları yok. Olmadığı içinde eskide olduğu gibi şu an ki, doğrudan görüşmelerinde kalıcı bir çözüm üreteceği beklentisi yok.
İsraili gayri meşru kılma çabaları tüm anti-İsrail çevrelerin anlayışı olarak devam etmektedir. Mesele bu olunca doğrudan görüşmeler hiçbir işe yaramayacaktır. Sorunun özü İsrail'in meseleye yaklaşımı değildir. Sorun Arap ve islam alemin İsrail devletinin meşruiyetini bir türlü kabullenmeyişinden kaynaklanmaktadır.
İran cumhurbaşkanı Ahmedinejat'ın “İsrail'in haritadan silinmesi gerekir“, Hamas'ın “Yahudileri denize dökme” yaklaşımı ve Türk hükümetinin Hamas'ı meşru görmesi bunun sonut ifadesidir.
Bu düşünce, tüm siyasal islamist çevrelerde hakim anlayıştır.
Bu koşullarda İsrail'e düşende kendi güvenliğini almaktır.
İsrail güvenliği konusunda emin olursa bir Filistin devletine karşı olmayacağı gibi onunla anlaşmaktan kaçınmayacağını defalarca deklere etmiştir. Fakat sorun tek tarafla çözülmeyeceğine göre şimdilik çözümsüz kalacağı ortadadır.
Bu gelişmelerden Türk devletinin oynadığı olumsuz rol açıktır
Tüm bunlar İsrail-Türkiye ilişkilerinin seyrinin ipuçlarınıda açığa vurmaktadır.
Yakında başlıyacak İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri sırasında umut edelim ki, Türkiye bu tutumunu sürdürsün. Türkiye ile ABD ve İsrail arasındaki ilişkilerin bir bütün olarak kopmasına vesile olsun.
Gerçi Hoşyar Zebari, “Türkiye çizmeyi aştı“ diye uyarıda bulunmuştu.
Anlaşılan şu Türklerin başına bir kez daha çuval geçirme zamanı gelmiş geçiyor bile!
29 Ağustos 2010