[img]http://img521.imageshack.us/img521/6544/kontraibrahimgucluwy6.jpg[/img]
[b]ROJA KURD Davasında, "Kürtlük ve Kürt entelektüel düşüncesi yargılanıyor."[/b]
[b][i]İbrahim GÜÇLÜ[/i][/b]
[email][email protected][/email]
ROJA KURD Davası'nın 4. Duruşması, bugün (24. 06. 2008), gerçekleşti. Duruşmaya, ben, Mehmet Gülseren, Ahmet Kaymak (M. Ali Ural), Şergüh Dip yargılananlar olarak katıldık. Fırat Arığ ve Barış Yavuz avukatlarımız olarak duruşmaya katıldılar.
Ahmet Kaymak ve Şergüh Dip ilk olarak duruşmaya katıldıkları için, Cumhuriyet Savcısının iddianamesinde kendileriyle ilgili iddialar hakkında görüşlerini dile getirdiler. Dergide yazı yazdıklarını, yazdıklarının suçla alakası olmadığını ifade ettiler.
Ben de bazı temel konu ve taleplerle ilgili sözlü ve yazılı görüş sundum.
Mehmet Gülseren de sözlü açıklamalar yaptı ve dedi ki: “Öncelikle iddianamede bana isnat olunan suçlara baktığımda kendimi dev aynasında görüyorum ve ne tür suçlarla suçlanmışım diye düşünüyorum. Ancak iddianamede açık olarak hangi suçla suçlandığımı anlayamamam da beni son derece üzmektedir. Benim yazımda Kürdistan'dan bahsettiğim ileri sürülmektedir. Bu doğru değil. Ama ikinci yazımdan dolayı dava açılmış, o yazımda Kürdistan kavramı geçmektedir. Ayrıca herkes kendi eyleminden dolayı sorumludur. Ben hangi eylemden dolayı cezalandırılıyorsam onunla ilgili savunma yapabilirim. Ayrıca bir Türk, Kürdistan kelimesini kullandığında dava açılmamaktadır ve yargılanmamaktadır, ancak biz Kürtler herhangi bir yazı yazdığımızda ve Kürdistan kavramı kullandığımızda hakkımızda dava açılmaktadır. M. Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Recep Tayip Erdoğan, Turgut Özal, Kenan Evren Kürdistan kelimesini kullanmıştır, bunlar belgelidir. Onlar hakkında da dava açılması gerekiyor, buna ilişkin belgeleri ibraz ediyorum.“
Mahkemeye sunduğum yazılı görüşlerim aşağıdadır.
* * *
ROJA KURD Dergisi Davasında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ifade ve düşünce özgürlüğü açısından; gülünç, hukuk dışı ve hatta skandal siyasi bir yargılama ile karşı karşıyayız. Bu davada, Kürt entelektüel düşüncesi yargılanıyor. Kürtlük düşüncesi cezalandırılmak isteniyor. Üstelik de meşru olmayan bir kurum ve mahkeme tarafından yapılıyor. Bu davanın ortadan kalkması gerekir.
Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemesine,
ROJA KURD Dergisi'nin Nisan 207 tarihli 2. sayısında, “Kuzey Kürdistan'da olan yeniden yapılanma/örgütlenme midir?“ başlıklı bir yazı yazdım.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, derginin Kürtçe ismini, benim ve diğer yazar arkadaşların yazılarında geçen: “Kürt“, Kürt ulusu“, “Kürdistan“, “Kuzey Kürdistan“, “Güney Kürdistan“, “Doğu Kürdistan“, “Güney-Batı Kürdistan“, “Kürt millet sorunu“, “Kürt ulusal sorunu“, “Kürdistan'ın Kurtuluşu“, “Kürtlerin özgürlüğü“ kavramlarını gördüğü andan itibaren, acele bir şekilde, resmi devlet ideolojisinin öğrettiklerinin, kendisinin de şoven, ırkçı-, anti-Kürt şartlanmışlığıyla hızla harekete geçerek, soruşturma başlattı.
Soruşturma, TCK'nın devlete karşı suçlar babından sayılan tüm hükümleri içine alacak şekilde başlatıldı. Buna karşılık, 18. 06. 2007 tarihinde “ROJA KURD Dergisi hakkında açılan soruşturma, düşünce/ifade ve basın özgürlüğüne aykırıdır. Devletin Kürtler hakkındaki geleneksel inkar politikasının yansımasıdır“ başlığıyla 3 sayfalık görüşlerimi Cumhuriyet Başsavcısına sundum. Bu görüşlerim incelendiği zaman, savcılığın açtığı soruşturmanın ne kadar anlamsız ve hukuk dışı olduğu, siyasi güdülerle bu soruşturmanın başlatıldığı görülecektir. Bu nedenle, bu yanlıştan dönülmesi gerekirdi.
Ne yazık ki Cumhuriyet Başsavcısı, soruşturmayı, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi'ni, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini, düşünce, ifade, fikir üretme ve yayma özgürlüğünü; evrensel sözleşmelerin ulusal topluluklar, azınlıklar, etnik gruplar, farklı diller ve kültürler, hakkındaki hükümlerini; Türkiye'deki Kürt ulus gerçeğini, Kürt ulusunun da diğer milletler kadar grupsal ulusal, siyasal, sosyal, kültürel, idari, yönetsel haklara sahip olması gerektiğini görmezlikten gelerek, devletin Kürtlerin inkarına dayalı resmi ideolojisini daha da bileyerek, hakkımızda mahkemenizde dava açtı.
Bu davanın 4. celsesi gerçekleşmektedir. Bu celsenin gerçekleştiği koşullarda Türkiye olağanüstü bir dönemi yaşamakta ve olağanüstü dönemin tartışmaları gündemi işgal etmiş durumdadır. Üstelik bu olağanüstü dönemin en öne çıkan, en çok tartışılan kurumu yargı kurumudur. Demokrasi rejimlerinde kuvvetler ayrılığı prensibinin gereği, yasama, yürütme, yargı organlarının eşit ve dengeleyici iktidar paylaşımları, yetki ve görev paylaşımları söz konusu olmasına rağmen, Türkiye'de Yargı; Yasama ve Yürütme Organı'nın üzerinde, onlara hükmeden, onları yönlendiren, hatta yasama faaliyetlerini fesheden, Meclis iradesini hiçe sayan bir konumda olduğu konusu hem Türkiye'de ve hem de dünyada hakim bir görüş var.
Benim de katıldığım görüş, sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejiminin diktatör ve totaliter yapısı içinde yargının hükümran, hata yargı ve yargıcın genel diktatörlük sistemi içinde baş aktör ve enstrüman hale geldiğidir. Yargı mekanizması bu baş aktörlüğünü, tayin edici ve yargının üstünde olduğunu son günlerde TARAF Gazetesi'nde de yayınlanan, tarihsel olarak da hep öyle olan ordunun yönetim merkezi Genelkurmay Başkanlığı tarafından işler dizayn edilirken, yeni bir rol olarak belirlenmektedir.
Bunun doğal sonucu olarak, yargılamamızın devam ettiği bu saatlerde bile, basın, entelektüel, siyaset dünyasında, Anayasa Mahkemesinin, Yargıtay ve Danıştay'ın meşruiyeti tartışılmaktadır. Bilindiği gibi, 27 Nisan 2007 tarihli askerin e-post modern darbesinden sonra, askerin doğrudan müdahale etme, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinde olduğu gibi kendi açık diktatörlüğünü uygulama durumunda olmadığından, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmemesi için, Anayasa Mahkemesi Meclis'te “367 vakıasını“ yarattı. O güne dek cumhurbaşkanlığı için geçerli olmayan bir ilkeyi, kanun hükmü haline getirdi. Böylece Türkiye'de 27 Nisan'da başlayan olağanüstü dönemin devamı sağlandı. O günden sonra, Genelkurmay Başkanlığının orkestra şefliğinde, bir mahkeme darbesi diğerini, bir bürokratik devlet kurumunun darbesi bir diğerini izlemektedir.
Bütün bu son gelişmeler de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, Türk ulusunun ve halkının bile devleti olmadığını açıkça ortaya çıkardı. Çünkü T. C Devleti, bir ulus devlet değil, devlet-ulus'tur. T.C Devleti projesi, var olmayan bir ulusu, Kürtlerin ve diğer etnik grupların asimilasyonuyla oluşturma projesidir. Halkın hizmetinde olan, halkı temsil eden bir devlet değildir. Bu devlet, sivil ve askeri bürokrasi elitiyle yandaşlarının devletidir. Bu nedenle. T.C Devleti'nde bu elit dışındaki tüm Türk sınıf ve tabakaları dışlanmış, güdülen bir sürü haline getirilmiştir.
T.C Devleti Türk ulusunu ve halkını temsil etmediğine göre, Kürt ulusunu ve halkını temsil etmesinin olanaklı olmadığı, bütün Türk merkezli milliyetçi ve ırkçı teorilere rağmen kesindir. Bundan dolayı: Türkiye Cumhuriyeti Devleti resmi ideolojisi, Kürt ulusunun varlığını inkar etmekte. Kürtlerin, Türk olduğunu ileri sürmekte. Kürtlerin ulusal tüm haklarını gasp etmekte.
T.C Devleti Kürdistan'ı işgal ederek sömürge haline getirdi. Kürdistan'daki bütün meşru, halkçı ulusal hak arayışlarını ve ulusal hareketlerini kanla bastırdı.. Kürtleri toplu katliamdan geçirdi. Kürt liderlerini yargılamadan idam etti. Kürtçe konuşmayı para ve hapis cezasıyla karşıladı. Kürdistan'ın diğer parçalarındaki halkımızın gelişmelerine de karşı politika ve hareketler geliştirdi. Kürdistan parçalarında da Kürtlerin bağımsızlığının ve özgürlüğüne karşı düşmanlık yaptı. Bu nedenle, Güney Kürdistan'daki Federe devlete karşıdır ve düşmandır. Kürdistan Federe Devleti'ni yıkmak için bahaneler aramakta, plan ve projeler yapmakta.
Türkiye'de 1946 yılından sonra dış dinamiklerin zorlaması ve özellikle de ABD'nin etkisi ve projelendirilmesiyle demokrasiye geçtiği kabul edilmesine rağmen, hiçbir zaman demokratik bir devlet olmamıştır. Demokrasi, dünyayı ve Türkiye halklarını kandırmak için bir oyuna dönüştürülmüştür. Bundan dolayı da, 1950 seçimlerinden sonra, askeri dönemlerin dışındaki dönemlerde de, halkın değişik ve egemen sınıflarının temsilcisi olan partiler, seçimi kazanmışlarsa da hiçbir zaman gerçekten iktidar olamamışlardır. Devlet iktidarı-eliti istediği zaman, o hükümetler ya şapkasını alıp gitmişlerdir, yada tutuklanmışlardır.
Bu da açıkça gösteriyor ki, devlette gerçek iktidar, sivil ve asker bürokratik elit ve yandaşlarınındır.
Yargı da bu devletin bir parçası olarak Türk halkı ve milleti adına bile yargılama yapacak durumda değildir.
Yargı organı ve mahkemeler, bütün bunlara rağmen ilke olarak Türk milleti adına yargılama yapmakta olduklarını ileri sürmektedirler. Bu yaklaşım, Türk Mahkemelerinin basitçe analiz edildiği zaman, mahkemelerin ideolojilerden, dinlerden, mezheplerden, uluslardan, etnik gruplardan bağımsız ve özerk olmadıklarını göstermekte.
Ayrıca, yargı organı ve mahkemeler, Kürtler adına yargılama yapmayı da kesinlikle kabul etmemektedirler, bunu bir zûl de kabul etmek durumundadırlar. Bu durumda, mahkemelerin biz Kürtleri yargılama konusunda nasıl bir meşruiyetleri olabilir? Yargılama sonucunda nasıl objektif ve bağımsız bir karar verebilirler? Tarihsel tecrübe, Kürtlük düşüncesi ve Kürt ulusal hareketiyle ilgili yargılamalarda bağımsızlığın kesinlikle ortadan kalktığını, objektif kriterlerin geçerli olmadığını, Kürdistan örgütlerinin ve diğer tüm toplu davaların, tek-tek kişiler hakkındaki kararlarda ortaya çıkmış durumdadır.
Sonuç olarak diyorum ki: ROJA KURD Dergisi Davasında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ifade ve düşünce özgürlüğü açısından; gülünç, hukuk dışı ve hatta skandal siyasi bir yargılama ile karşı karşıyayız. Bu davada, Kürt entelektüel düşüncesi yargılanıyor. Kürtlük düşüncesi cezalandırılmak isteniyor. Üstelik de meşru olmayan bir kurum ve mahkeme tarafından yapılıyor.
Kürdistan Davasının bir emekçisi olarak mahkemenizin bu görüşlerimi göz önüne alarak bu davayı göremeyeceğini kabul etmesi ve bu davayı ortadan kaldırmak için bir karar oluşturması gerekir.
25 06 2008