Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 18 June 2008

Fuad Onen
Urfa mahkemesindeki savunma

Tue, 17 June 2008 23:03

ŞANLI URFA ASLİYE CEZA MAHKEMESİNE
Dosya esas no: 2008/1233
Konu: Esas hakkındaki hakkım saklı kalmak kaydıyla, iddianameye yanıtımdır.
Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu (KUDÇG) 24.12.2006 tarihinde Urfa'da bir bölge toplantısı düzenlemiştir.
KUDÇG Kürd halkının ulus-ülke gerçekliğini esas alan, sorunun Kürd halkının self-determinasyon hakkının yadsınmasından kaynaklandığını tesbit eden, çözümü de bu hakkın uygulanmasında gören bir siyasi inisiyatiftir. Mayıs 2007 de yaptığı kongreyle Kürd Ulusal Birlik Hareketi (TEVKURD) adını almıştır. Kuruluşuna vesile olan Eylül 2005 toplantısının çağrıcılarından birisiyim. Bu hareketin KUDÇG döneminde aktivisti, TEVKURD döneminde ise meclis ve yürütme kurulu üyesiyim.
Hareketimiz açık alanda meşruiyetini halkımızın özgürlük mücadelesinin haklılığından alan bir siyaset anlayışına sahiptir. Kürd ulusunun, Dünya'daki diğer bütün uluslar gibi kendi geleceğini kendisi belirleme hakkına sahip olduğuna, buna layık olduğuna, bunu hak ettiğine inanmak ve bunun için mücadele etmek hareketimizin temel prensibidir. Bu prensibi esas aldığımız için de çoğulculuk, şeffaflık, çok seslilik, çok renklilik çalışma anlayışımıza içkin olmuştur. Kendimiz olarak ve kendimiz kalarak siyaset yapıyoruz. Takiye siyasetine itibar etmiyoruz. Halkımızın özgürlük mücadelesinde söyleyecek sözümüz var ve bunu her alanda açık seçik söylüyoruz.
Türk Egemenlik Sistemi (TES), Kürd halkının ulus-ülke gerçeğinin inkârı ve imhası üzerine kurulmuştur. Bu nedenle TES'nin hukukunda Kürdistan ve Kürd halkı yoktur. Bu hukuk içinde kendimiz kalarak siyaset yapma olanağı da yoktur. Türkiye'de legalite “Türk'tür“, bu alanda çalışmak Türk görünmekle mümkündür. Türk hukukunda resmen yokuz. Kendi yurdumuzda da kendi hukukumuzö resmiyetimiz yok. Resmi varoluşumuz yalana dayalıdır. Tarihsel, toplumsal varoluşumuz ile resmi varsayılmamız arasındaki ilişki koca bir yalandır. KUDÇG ve devamında TEVKURD bu yalana itirazdır. Resmiyete uyarlanmış bir tarih ve toplum değil, tarihsel, toplumsal gerçekliklere uygun bir resmiyet talebidir. 150 yıllık özgürlük mücadelemizde sınırlı ve mütevazi bir yeri olsa da, yeni ve ciddi bir arayıştır.
Urfa Toplantısı
Gerek KUDÇG gerekse de devamında TEVKURD birçok ilde bölge toplantıları düzenlemiştir. Birlik esaslarının ve çalışma yöntemlerinin tartışılarak programlaştırılması amacıyla düzenlenen bu toplantılardan birisi de 24.12.2006 tarihinde Urfa'da yapılmıştır. Diğer birçok toplantıya olduğu gibi bu toplantıya da katılıp özgürlük mücadelemizin sorunları ve çözümleri hakkında düşüncelerimi katılımcılarla paylaştım. Sorun hakkında farklı tanımlamaların ve çözüm önerilerinin dile getirildiği Urfa toplantısı, çok sesli, verimli, uygar bir platform olmuştur. Gerek izleyiciler gerekse de konuşmacılar katılmadıkları, yanlış buldukları söylemleri de büyük bir olgunlukla karşılamış, saygıyla dinlemişlerdir. Bu olgunluk, eleştiri dozu yükselen polemiklerde de devam etmiş, katılımcılar dile getirilen düşüncelere katılmasalar da, KUDÇG'nun “farklılıklarımız zenginliğimizdir, birlikte yaşama kültürünü geliştireceğiz“ prensiplerine uygun davranmışlardır. Bu nedenle Mehmed Aydoğdu kardeşimin sorgulama tutanağında söylediği iddia edilen “...Allahın selamı üzerinizde olsun dediğimde bana güldüler.“ sözü bühtandır. Yine Mehmed Kemal Uğuzlu kardeşimin “...diğer konuşmacılar halkı kin ve düşmanlığa tahrik edecek şekilde konuşmalar yaptılar. Hatta Kürd halkını Türklere karşı tahrik etttiler.“ şeklindeki sorgucular tarafından dikte ettirildiğini düşündürten ifadesi de bühtandır. Salonda mücahit, sorguda muhbir olunmaz. Bu dine de vicdana da, ahlaka da sığmaz. Toplantı katılımcıları da, KUDÇG aktivistleri de farklı dini, siyasi, ideolojik, örgütsel aidiyetleri ve hassasiyetleri olan uygar insanlardır, toplantı da bu uygar atmosfer içinde gerçekleşmiştir.
Sözde mi, sahih mi?
Bu dava sözdelik-sahihlik davasıdır. Karl Marx, “görünüşle gerçek bir olsaydı, bütün bilimler gereksiz olurdu“ der. Görünüşle gerçek bir olsaydı, devletler, mahkemeler, siyaset de gereksiz olur muydu, tartışmak lazım ama Ş.Urfa'da böyle bir yargılamaya gerek kalmazdı. Sözde kavramının kendisi görünüş-gerçek uyumsuzluğuna işaret eder, sözlüklerdeki tanımı şudur: “Gerçekte öyle olmadığı halde, öyle olduğu söylenen, öyle olduğu iddia edilen ya da bilinen.“ İddianame de bu kavramla başlıyor: “Şanlı Urfa ilinde 24.12.2006 günü Saray önü caddesi Harran oteli konferans salonunda sözde Kürt Ulusal Demokratik Çalışma grubu adındaki oluşum...“. Aynı kavram Ş.Urfa valiliğinin, il emniyet müdürlüğünün toplantımızı izleyip kamera ile kaydetmesini isteyen yazılarında ve bu kararı veren Ş.Urfa 2. Sulh ceza mahkemesi kararında da geçmektedir.
Herhangi bir örgütü, kurumu, nesneyi ’sözde' kavramı ile nitelemek iki durumda mümkün ve doğrudur. 1-Sözü edilen örgüt, kurum, nesne ya da kavram gerçeğinin sahip olduğu özelliklere sahip olmadığı halde öyleymiş gibi bir iddia varsa. 2-Gerçek hayatta karşılığı olmayan ya da varsayılan özelliklerden yoksun bir iddiada bulunuluyorsa.
Öyleyse Ş.Urfa valiliği, emniyet müdürlüğü, 2. Sulh ceza mahkemesi ve mahkemenizin savcılığı sözde KUDÇG derken neyi kastetmektedirler? Bizlerin kurucusu ve yöneticileri olduğumuz KUDÇG dışında gerçek bir KUDÇG mi vardır ki bizimkinden ’sözde' diye söz edilmektedir? Yoksa bizlerin grubumuza ait tanımlamalarımızda bu devlet kurumlarının katılmadığı, gerçek hayatta karşılığı olmayan özellikler mi vardır? ’Sözde' kavramının bu nedenlerle değil grubumuzun adındaki Kürd sözcüğü için kullanıldığı açıktır. Bu ’sözde' kavramının herhangi bir şeyi sahtesinden ayırmak için değil hakaret kastıyla kullanıldığı da açıktır. TES'nin ideologları, siyasetçileri, mahkemeleri yıllardan beri Kürde ait herşeyin başına sözde kelimesi koyarak aşağılamaktadırlar. Urfa toplantısında yaptığım konuşmanın bir bölümünde bizlere ve bizlerin şahsında Kürd halkına yöneltilen bu hakarete yanıt verilmiştir. Bu cümledeki sözde vurgusuna alışığız, alışık olmamız isyanımızı engellemez, muhataplarımızın da bu isyanımıza alışması gerekir. Toplantıdaki konuşmada bu konuda söylediklerim ve iddia makamının iddialarına dayanak gösterdiği bölüm şudur:
“Mahkeme kararını okudum. Grubumuzdan söz ederken ’sözde Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu' diyor. Buradaki ’sözde' kelimesi Grubumuzun adındaki Kürd sözcüğü için kullanılmıştır. TES'nin temsilcileri, ideologları Kürd ve Kürdistan sözcüğünü gördükleri her yerde başına ’sözde' sözcüğünü de eklemektedirler. ’Sözde Kürd ulusu', ’sözde Kürdistan', ’sözde Kürd devleti', ’sözde Kürd bayrağı' vs. İnkâr ve imha sistemi olan TES Kürde ait ne varsa her şeyi yapay göstermekte ve sözde sözcüğüyle aşağılamaktadır. Buna isyan etmeliyiz, isyan ediyorum.“
İddianame bizlere ve halkımıza hakaretle başlıyor.
İddianamesine bizlere ve şahsımızda halkımıza hakaretle başlamakta sakınca görmeyen iddia makamı, durumu kurtarmak için bizim hakaret ettiğimizi iddia etmektedir. Benim konuşmamla ilgili ilk iddiası şudur: “Konuşmacılardan şüpheli Fuat Önen yapmış olduğu konuşmada: Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türk egemenlik sistemi olarak adlandırıp Türkiye Cumhuriyetini sömürgeci olarak nitelendirip Cumhuriyeti alenen aşağıladığı,“ iddiasında bulunmaktadır.
Bu iddia karşısında söyleyeceğim ilk şey şudur: Ben T. C. Devletini TES olarak adlandırmadım, adlandırmıyorum. Egemenlik sistemi daha geniş bir kavramdır. Benim analizim T. C. Devletinin TES'nin bir parçası olduğu şeklindedir. TES, görünür devlet aygıtından ibaret değildir. Görünür devlet aygıtı onun egemenlik vasıtalarından birdir. Bu egemenlik sisteminin devlet içi görünmeyen vasıtaları da, devlet dışı vasıtaları da vardır. T.C. bu egemenlik sisteminin henüz gerçekleşmemiş projesidir. Tartıştığımız sorun bakımından bu proje Osmanlı bakiyesinden bir ulus yaratma projesidir. Bu projenin realize olması, Kürd halkının ulus-ülke gerçekliğinin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu coğrafyada 80 yıldır sürdürülen savaşın hedefi budur. Bu nedenle TES'nin Kürdistan'la ilişkisini sömürgecilik olarak analiz ediyoruz. Bu analiz kendi aramızda da tartışılan bir analizdir.
TDK sözlüğünde sömürgecilik şöyle tanımlanıyor: “Sömürgecilik: Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik.“ TES'nin Kürdistan'la ilişkisinde bu tanımın tüm unsurları vardır, tartıştığımız bu değildir. Sömürgeciliğin klasik ve yeni sömürgecilik olarak sınıflandırıldığını da biliyoruz. Ancak hem klasik hem de yeni sömürgecilikte sömürge bir statüyü varsayıyor. Uluslararası hukukta tarif edilen bir statüye karşılık geliyor. Hatta yeni sömürgecilikte şeklen bağımsız bir devlet statüsüne sahiptir sömürge. Klasik sömürgecilik ile yeni sömürgecilik arasındaki bir geçiş süreci olarak tanımlayabileceğimiz manda sistemi de bir statüye tekabül eder.
Ancak 1. Dünya savaşı sonunda yeniden bölünüp parçalanarak farklı devlet sınırları içinde farklı egemenlik sistemlerine terk edilen Kürdistan bu türden hiçbir siyasi statüye sahip değildir. TES, Kuzey Kürdistan'da bir siyasi statü tanımak şurada dursun coğrafyasını da tanımamakta ve ’Doğu, Güney Doğu Anadolu' olarak tanımlamaktadır. Buradaki statüsüzlük durumu nedeniyle İ. Beşikçi hocamız ’alt sömürge' kavramını önermektedir. Geçmişte bu çerçevede ’iç sömürge' kavramı da önerilmiştir. Bütün bunlar siyaset teorisinin, siyaset sosyolojisinin kavramlarıyla yapılan, yaptığımız tartışmalardır. Ancak önerilen kavramların hepsinde TES'nin Kürdistan ile ilişkisinin sömürgeci bir ilişki olarak tanımlandığı açıktır. Tartıştığımız bu ilişkinin sömürgecilik bile olmadığı, sömürgecilikten de öte bir ilişki olduğu yönündedir. Sömürgecilik, T.C. gibi kavramlardansa TES kavramını kullanmamın nedeni de bu tanımı zor ilişki türüdür.
İddia makamı bu analizlerden T.C. Devletini alenen aşağıladığım sonucunu çıkarmaktadır. TDK, aşağılamak sözcüğünü şöyle tanımlamaktadır: “Aşağılamak:1- Değerinden düşük göstermek. 2- Küçültücü davranışlarda bulunmak, hor görmek.“ Bu son derece keyfi bir yorumdur. Yapmaya çalıştığımız bu ilişkiyi anlamak ve değerini siyaset biliminin kavramlarıyla tanımlamaktır. Yukarıdaki tartışmalar doğru anlaşılırsa burada değerinin düşük gösterilmesi bir yana değerinin üstünde bir kategoriyle tanımlandığı da görülecektir.
İddia makamının benim konuşmamla ilgili ikinci iddiası şudur: “DTP li arkadaşlar, PKK li arkadaşlar, Kongra Gel, Türkiye'de Kürtlük adına, Kürd ulusunun özgürlüğü uğruna taş üstüne taş koyan herkes bizim kardeşimizdir. Şeklinde suçu ve suçluyu övdüğü...“

TES'nin tüm iddia ve argümanlarında gördüğümüz ve ilerde tartışacağımız muğlaklık, iddia makamının iddialarında da vardır. Övdüğüm iddia edilen suç da suçlu da belli değildir. Noktasız, virgülsüz CD çözüm metninden rastgele aldığı bir cümleyi aktarıp, “suçu ve suçluyu övdüğü anlaşılmıştır“ diyor. TDK sözlüğü övmek eylemini şöyle tanımlıyor: “Övmek: 1- Bir kimseyi, bir şeyi övmek, onu yüceltmek, iyi yönlerinden, değerinden, üstünlüklerinden söz etmek.“ Açıklama bekleyen soru şudur: övdüğüm söylenen suç nedir, bu suçu işleyip benim de övdüğüm suçlu ya da suçlular kimlerdir? İddia makamının aktardığı cümlede eylemsellik özelliğindeki tek fiil şudur: “Kürd ulusunun özgürlük mücadelesinde taş üstüne taş koymak.“ Bir halkın özgürlük mücadelesine suç demek kimsenin hakkı olmadığı gibi haddi de değildir..
Geriye konuşmada geçen PKK, Kongra Gel sözcüklerinden hareketle bu örgütleri övdüğüm iddiası kalıyor. Bu iddiayı cümlenin aldığı paragrafa dayandırmak mümkün değildir. Çünkü konuşmanın o bölümünde konuşmacılardan Celal Melik'in sert suçlamalarına yanıt verilmiş ve o bağlamda PKK, Kongra Gel ve DTP'nin de savunduğu demokratik cumhuriyet çizgisi eleştirilmiştir. DTP, PKK ve Kongra Gel'den arkadaşlarımızın yanlış yerde ve yanlış yolda siyaset yaptıkları belirtilmiş, üniter devlet ve Türkiyelilik çerçevesinde savundukları siyasal anlayışlarına katılmadığım, bunu yanlış bulduğum vurgulanmıştır. Kimseyi övmek de yermek de benim işim değildir. Ayrıca PKK(kürdistan İşçi Partisi), PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi), PRK (Kürdistan Kurtuluş Partisi), KKP(Kürdistan Komunist Partisi), DTP (Demokratik Toplum Partisi), HAKPAR( Hak ve Özgürlükler Partisi), ve diğer Kürd örgütlerinin benim övgüme ihtiyaçları da yoktur. Eleştirlerime ihtiyaç duyup duymadıkları da kendi takdirleridir. Sosyalizmden yana devrimci bir yurtsever olarak benim işim devrimci eleştiridir. Gerek dışımdaki kişi, örgüt, hareket ve kurumlara, gerek içinde yer aldığım hareket ve kurumlara yaklaşımımın esasını devrimci eleştiri oluşturur. Halk içindeki çelişkiler üzerinden yürüyen eleştiride kardeşlik hukukunu esas aldığım doğrudur ve siyasal duruşumun bir parçasıdır.
Urfa toplantısında yaptığım konuşma da bu yaklaşımımın somut örneğidir. Bu tutumum KUDÇG ve TEVKURD'ün şu programatik ilkesine de uygundur: “TEVKURD ilke olarak kendisini hem halkımıza hem de dünyaya, üzerinde yürüdüğü pratik-politik mücadele hattı üzerinden tanımlayacaktır. Mücadelemiz halkımızın haklarını gasp eden rejimlerledir, halklarla değil.“ (TEVKURD programı sayfa 5-6.)
Bizler TES'nin suç tanımlamalarına katılmak zorunda değiliz, kendi tariflerimiz var ve kendi tariflerimizle siyaset yapıyoruz. Bizim tariflerimize göre bir halkın ulus ve ülke gerçekliğini red etmek ve imhaya yönelmek insanlık suçudur. On yıllardır halkımıza karşı işlenen bu suça itiraz ediyor ve halkımızın özgürlük mücadelesini savunuyoruz. Bu yaptığımızı, suçu ya da suçluları övmekle suçlamak akıl, izan ve vicdanla bağdaşır değildir. Suçu ya da suçluları övmüyor, halkımıza karşı işlenen insanlık suçuna karşı çıkıyoruz.
Son olarak iddia makamı konuşmamın farklı bölümlerinden pasajlar aktararak ’...şeklinde ifadelerde bulunup halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği... anlaşılmıştır.“ diyor. Konuşmamın bant çözümleri anlaşılmaz bir karışıklıkla malul olduğu, iddia makamı da bu bant çözümlerinden rastgele aldığı satırları arka arkaya dizmeyi tercih ettiği için konuşmamın bütününde iddialara dayanak gösterilen düşüncelerimi açıklama ihtiyacı duyuyorum..
Ancak öncesinde tahrik üzerine söyleyeceklerim var. Yine TDK sözlüğüne başvuracağım, tahrik şöyle tarif ediliyor bu sözlükte: “Tahrik: 1- Bir şeyi hareket ettirmek, kımıldatmak, yola çıkartmak eylemi. 2- Bir kimseyi kışkırtmak, onu kınanacak bir davranışta bulunmaya, şiddet kullanmaya, yasaları çiğnemeye itmek eylemi; bu amaçla yapılan hareket.“
Konuşmamın üzerinden geçen 17 aylık zaman zarfında konuştuklarımdan etkilenerek, kin ve düşmanlığa tahrik olmuş, harekete geçmiş bir tek kimseye rastlamadığım gibi öyle bir duyum da almış değilim. Ne toplantı sırasında ne de toplantı sonrasında böyle bir olgu müşahede edilmemiştir. Bu konuda iddia makamının müşahede ettikleri varsa kuşkusuz heyetinizle paylaşacaktır. Ancak iddianamme okununca iddia makamının bu konuşmadan kin ve düşmanlığa tahrik olduğu ve bu tahrikle harekete geçerek bu iddianameyi hazırladığı anlaşılıyor. Kuşkusuz iddia makamının tahrik olması, halkın da tahrik olduğu sonucunu doğurmuyor. Bu davanın sözdelik-sahihlik davası olduğunu belirtmiştim. Toplantıda yaptığım konuşmada da Grubumuza yöneltilen ’sözde' hakaretine tepki gösterdikten sonra, devamında Kürde ait her şeyi ’sözde' kavramıyla aşağılayan TES'nin sözcülerinin kendi argümanlarının sahihliğini sorgulamıştım. TES'nin bize kendisiyle ilgili sunduğu ve bizden bunu gerçekmiş gibi kabul etmemizi istediği bir görüntü var. Bizim sahih olmadığını bildiğimiz bu görüntünün temel özelliklerinden bazılarını sıralamak gerekirse:
1- TES, 1919-23 yıllarında verilen bir ulusal kurtuluş savaşından sonra kurulmuştur. Bu sistem emperyalizmle mücadele edilerek kurulmuştur.
2- T.C.ye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür ve bunların tamamı Türk ulusunu oluşturur. Türk ulusu Türkiye coğrafyasının tek ve bölünemez ulusudur.
3- Türkiye Türk'lerin vatanının adıdır, tektir bölünemez.
4- TES'nin devlet cihazı ulus devlettir, tektir bölünemez.
5- Misak-ı Milli bir bütündür, bölünemez.
Bu argümanların tümü sözde argümanlardır. Son 80 yılda bu coğrafyada yaşananları doğru yansıtmayan, doğru anlaşılmasını önlemek amacıyla TES'nin çeşitli ideolojik aygıtlarla yaydığı ideolojik tariflerdir bunlar. Toplantıda bunlara kısaca değinilerek şu karşı argümanlar savunulmuştur.
Ulusal kurtuluş savaşı iki devlet arasında çıkar amaçlı savaş değildir.
1- Gerek 1914-1918 gerekse 1919-1923 döneminde yaşananların ulusal kurtuluş savaşıyla da antiemperyalist olmakla da ilgisi yoktur. 1914-18 savaşı emperyalist paylaşım savaşıdır. Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşın hem tarafı hem de hedefidir. Osmanlıyı ittifak devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan...) safında savaşa ittihatçıların soktuğu söylenmektedir. Enver Paşa bu savaşa: “Asya'daki Türkleri ve Müslümanları birleştirmek, Avrupa'da kaybettikleri toprakları geri almak, Adriyatik'ten Hint sularına kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmak üzere girdiklerini“ açıkça ifade ediyordu ( Aktaran Fikret Başkaya). Bu amaçların ulusal kurtuluşçu değil sömürgeci olduğu açıktır. Savaştan yenilgiyle çıkan ittifak kuvvetleri paylaşımdan yeni paylar alamadıkları gibi ellerindekinin bir kısmını da kaybetmişlerdir. Emperyalist savaşta yeni topraklar kazanamayan, daha önce ele geçirdikleri toprakların bir kısmını kaybeden güçlerin ulusal kurtuluşçulukla ne ilgileri olabilir? Aynı güçlerin yenilgiden hemen sonra, emperyal hedeflerden, sömürgeci karakterden arınıp ulusal kurtuluşçu olduklarını söylemek de bilim dışıdır, hatta akıl dışıdır. 1919-1923 dönemi (bu dönem 1926'ya kadar uzatılabilinir) savaşın galiplerinin kazanımlarını garanti edecek bir uluslararası düzen kurdukları dönemdir.
1919 Paris barış konferansıyla başlayıp, Osmanlı'nın yeni bir statüye kavuştuğu 1923 Yakın Doğu İşleri Hakkında Laussanne Konferansıyla sonuçlanan bu dönem esas itibariyle diplomatik bir süreçtir. Kazananların kaybedenlere iradesini kabul ettirdiği, savaşın siyaset ve diplomasiyle sürdürülüp sonuçlandırılması sürecidir. Osmanlı imparatorluğu gibi, Almanya ve Avusturya imparatorluğu da bu savaşta dağılmış ve yeni devlet formlarıyla varlıklarını sürdürmüştür. Dünyada Almanya ve Avusturya cumhuriyetlerinin ulusal kurtuluş savaşı vererek kurulduğunu iddia eden bir tek aklı başında insan varmıdır? Osmanlı Devleti taraf olup imzaladığı son anlaşma olan 1923 Lozan anlaşmasından sonra T.C. ne dönüşmüştür. Bu dönemde itilaf devletleriyle savaşılmamış, tam tersine onlarla uzlaşılmış, kurdukları uluslararası sistemin bir parçası olarak ayakta kalabilmek zafer olarak yansıtılmıştır. 1918 Mondros Mütarekesinden sonra Osmanlıların girdikleri tek savaş Yunan savaşıdır. Osmanlı-Yunan savaşını her iki taraf bakımından da ulusal kurtuluş savaşı olarak nitelemek mümkün ve doğru değildir. Ulusal kurtuluş savaşı iki devlet arasında çıkar amaçlı savaş değildir. Osmanlı devletinin 87 yıl önce bağımsızlık savaşıyla kendisinden ayrılan Yunan devletiyle giriştiği bu savaşı ulusal kurtuluş savaşı saymak bilim dışıdır, kasıtlıdır, gerçekliği karartma çabasıdır. Başka halkları baskı altında tutan, işgalci, emperyal Osmanlı devletinin ulusal kurtuluş savaşı vermesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Gerçek ulusal kurtuluş savaşları ulusal hakları gasp edilmiş halkların işgale, zülme karşı verdikleri ulusal özgürlük savaşlarıdır. Bu nedenle 1919-1923 ’ulusal kurtuluş savaşı' sözde ulusal kurtuluş savaşıdır.
2- Türklük bir etnik kökene işaret eder. Asya orijinli bir etnisiteyi tanımlar. Türkiye coğrafyası bu etnisitenin coğrafyası değildir. Bu etnik kökenden olanların sonradan sökün ettikleri bir coğrafyadır. Onlar gelmeden önce de, geldikten sonra da bu coğrafyanın kadim halkları kendi topraklarında yaşamaya devam etmişlerdir. M. Kemal'in Nutuk'ta tarihi 19 Mayıs 1919'da kendisiyle başlatması gibi, TES de bu coğrafyayı 1.emperyalist paylaşım savaşı sonrasında çizilen siyasi sınırları esas alarak, o emperyal, sömürgeci iradeyi içselleştirerek, coğrafyanın tarihsel toplumsal gerçekliklerinden soyutlayarak tanımlamaktadır. Lozan anlaşması denilen aslında “Yakındoğu İşleri hakkında Laussanne konferansı“ dır. Bu konferans tarihe emperyalistlerin Ortadoğu coğrafyasını kendi emperyal çıkarlarına göre bölüp, parçalayıp dizayn ettikleri bir konferans olarak geçmiştir. Hiçbir tarihsel, toplumsal gerçeklik için referans alınması söz konusu bile olamaz. Hal böyleyken TES bu konferansı göklere çıkarmakta kendi tarihine başlangıç yapmaktadır. Osmanlı devletinin bu konferanstan sonraki adı olan T.C. de 1923'ten sonraki yasal düzenlemelerinde Lozan sonrası siyasi sınırları esas almakla yetinmemiş, bu siyasi sınırlar içindeki her şeyi Türk kabul etmiş, buna uymayan tarihsel toplumsal gerçeklikleri, asimile etmeye, yok göstermeye, imha etmeye yönelmiştir.
“T.C.'ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes türktür ve bunlar Türk milletini oluştururlar“ argümanının tarihi perde arkası budur. Türklüğün bu tanımı üzerinden varılan Türk ulusu belirlemesi bilimsel ve tarihsel gerçekliklere aykırı ve tümüyle ideolojiktir. Bu tanım, T.C.'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan ve Türk olmayan milyonlarca insanın, kadim coğrafyasının otantik halkı olan Kürd halkının ulusal aidiyetine yöneltilmiş sömürgeci, asimilasyonist bir saldırıdır. Aynı şekilde bu tanım T.C.'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olmayan milyonlarca Türkün Türklüğünü de tartışılır hale getirir. Vatandaşlık siyasi bir kavramdır ve tabiiyeti ifade eder, milliyeti değil. Ulus ise tarihsel, toplumsal, siyasal bir kavramdır. Uluslar tarih içinde oluşurlar, hükümet fermanları ya da ’cumhuriyet' kanunlarıyla değil. Bu anlamda ve bu bağlamda Türkiye'de var olduğu söylenen Türk ulusu gerçek değil, ’sözde' bir ulustur.
Bunun sözde ulus olmaktan çıkması tarihsel, toplumsal gerçeklere uygun bir tanımla ve diğer ulusların varlığına ve haklarına saygıyla mümkün olur. Bu bölümü Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Çiğdem'in, gazeteci Neşe Düzel'in Türk kimliği nedir sorusuna verdiği şu yanıtla bitiriyorum:
“Türk kimliği diye bir şey yoktur aslında. Türk kimliği denildiğinde, bu kimliğin içeriği boştur. İçeriksiz bir şeydir bu. Sadece Osmanlı'yı ve İslamiyeti koyabilirsiniz bu kimliğin içine. Zaten biz İslami kimlik, Türk kimliği gibi kavramları bizim için işlevsel olduğunda benimseriz. İşlevsel olmadığında bir kenara bırakırız. Biz kavramlarla, sembollerle, hayallerle, tahayyüllerle bir menfaat ilişkisi kurarız. Bir sınıfın, grubun ya da bir inancın çıkarlarına uygun geldiği ölçüde bunları benimseriz.“ (21 Nisan 2008 tarihli Taraf gazetesi) Mesele budur. Kavramlarla sembollerle kurulan bu menfaat ilişkisi ideolojiktir. Bunlarla üretilen kavramlar da içi boş ve sözde kavramlardır.
3- Yurt (vatan) TDK sözlüğünde şöyle tanımlanıyor: “a- Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası; vatan. b- İnsanın doğup büyüdüğü, yaşadığı yer, memleket.“ Bu alanda Türkçe'de tam bir kavram kargaşası var, çoğu birbirinin yerine kullanılan bir dizi kavram söz konusudur. Vatan, yurt, memleket, ülke, il, el, diyar, anavatan, yavru vatan gibi. TDK sözlüğü ülkeyi de şöyle tanımlıyor: “Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket.“ Bu ülke tarifi dünyanın diğer devletleri tarafından da yaygın olarak kullanılan bir tanımdır; imparatorluk dönemlerinden kalma olup Milletler Birliği ve Birleşmiş Milletlerin de esas aldığı bir tanımdır. Osmanlıcadaki Mülk kavramı da bu anlama gelir; Osmanlı mülkü, memalik-i Osmanlı, adalet mülkün temelidir cümlelerindeki mülk, ülke, devlet anlamındadır. Devletle yurdu, devletle ulusu özdeşleştiren bu tanımlar ideolojik, siyasi tanımlardır ve sömürgeci karakterlidirler. Burada gerek Milletler Birliği'nin gerekse de Birleşmiş Milletler'in her iki dünya savaşının galipleri arasındaki uzlaşmayı temsil ettikleri, hukuklarının galiplerin iradesinin ifadesi olduğunu söylemeliyim. Adı Birleşmiş Milletler olsa da, aslında Birleşmiş Devletler olarak iş görmelerinin nedeni de budur.
TDK sözlüğünün tanımladığı gibi vatan, yurt gerçeğine bakarsak, T.C. devletinin egemenliği altındaki topraklarda birden fazla yurt olduğu açıktır. Kürtçe'de böyle bir kavram kargaşası yoktur. Yukarı Kürtçe'de ’welat', aşağı Kürtçede de ’nıştıman' sözcüğüyle adlandırılır. Bu, Kürdlerin tarih boyunca kendi yurtlarında yaşayan, kendi coğrafyasının otantik halkı olmasıyla ilgilidir. Anavatan, yavru vatan kavramları Türklerin kendi kadim toprakları dışında, başka halkların topraklarında devletleşmesiyle ilgilidir. Devletleştikleri yerlerin kadim halklarının yurt gerçeklerini inkâr etmeleri bu devletleşmenin sömürgeci karakterinden kaynaklanmaktadır. Bir insanın kendi yurdundan söz etmesinden daha doğal, daha insani bir şey yoktur. Oysa ki Kürdler kendi yurtlarından, Kürdistan'dan söz ettikleri zaman başlarına gelmedik bela kalmamaktadır. Bizlerin kendi vatanımızdan söz etmesini, Türk vatanını bölmek olarak değerlendirmek, yurt-vatan gerçekliğimizin ortadan kaldırılmak istendiğinin somut kanıtıdır. Kimsenin yurdunu bölmek istemiyor, kendi yurdumuzda özgür yaşamak için mücadele veriyoruz. Başkalarının yurt gerçekliğine saygılı olmayanların, yurt tanımları da yurtseverlik iddiaları da sözdedir.
4- TES'nin devlet cihazı ulus devlet değildir. T.C. Osmanlı bakiyesinden ulus yaratma projesidir. Bir ulusun devletleşmesi değildir. Devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğü bu sistemin bir diğer önemli argümanıdır. Yasalarda anayasada sıkça tekrarlanan bir argümandır. Bu argümanın kendisi T.C. nin ulus devlet olmadığının itirafıdır. Bu argüman bir ulusun kendi ülkesinde devletleşmesinin değil, devlet zoruyla bir ulus ve ülke inşa edilmek istendiğinin kabul edilmesidir. Bu, ulus-devlet tarifi değil, devlet ulusu tarifidir. Bu devletin egemenlik sahasında birden fazla ulusun yaşadığını da göz önünde bulundurursak, karşımızdaki devletin gerçek bir ulus devlet değil, sözde bir ulus devlet olduğunu söylemek doğru olur. Kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ulus devlet formuna benzese de özünde devlet ulusu yaratma projesidir.
5- “Misakı-milli“ ulusal hukukta da, uluslararası hukukta da hiçbir geçerliliği olmayan boş bir belgedir. 80 küsur yıldır bu belge somut gerçekliğinin dışına taşırılarak, içeriği tartışma dışı tutularak bir tabuya dönüştürülmüştür. Kendisi bir bütünlüğe sahip olmayan bu belgenin bölünmezliğinden söz etmek TES'nin bir başka tarih falsifikasyonudur. Fikret Başkaya hocamız bu belgenin kabulünü şöyle anlatmaktadır: “Mütareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı 12 Ocak 1920'de toplandı ve 28 Ocak 1920'de Misak-ı Milli'yi kabul etti. Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 (kimilerine göre 88) olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan'da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920'de de ilan edilmişti.“ ’Ahdi Milli' de denilen bu belgenin Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilip edilmediği, ne zaman kabul edildiği de tartışmalıdır. 10 Haziran, 10 Temmuz ya da 18 Temmuz tarihinde BMM'de kabul edildiğine dair rivayetler var. Ulusal Yemin ya da Ulusal Sözleşme olarak Türkçeleştirilebilinecek olan bu belge hiç kimse için bağlayıcı olmamıştır. Somut bir sınır tanımlaması olmayan bu belgeye göre sınırların içinde olması gereken Osmanlı'nın Musul eyaleti (gerçekte Orta-Güney Kürdistan) 1923 Lozan ve ardında 1926 Ankara anlaşmasıyla İngilizlere bırakılmıştır. Fikret Başkaya hocamızdan bir diğer alıntıyla bu bölümü de bitiriyorum: “İsmet Paşa delegasyonuna ve Rauf Bey hükümetine sert eleştiriler yönelten İzmir milletvekili Sırrı Bey'in Misak-ı Milli Beyannamesini bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu hatırlatması üzerine Mustafa Kemal: ’keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz' dediği biliniyor.“ Mustafa Kemal'in baş belası olarak değerlendirdiği misak-milli sonradan tabulaştırılan sözde bir yemindir. Bütünlüğü olmadığı gibi bölünmesi de söz konusu olmaz.

Sonuç yerine
TES'nin bize dayattığı tarifleri reddediyoruz, kendi tariflerimiz var. Kendi tariflerimizle yaşıyor ve kendi tariflerimiz üzerinden siyaset yapıyoruz. KUDÇG'nun 24.12.2007 tarihinde düzenlediği Urfa toplantısında yaptığım konuşmayla KUDÇG'nun prensiplerini savundum. Bu prensipler ışığında ve kendi kavrayışımla TES'ni, Üniter Devletçi, Misak-ı Millici siyasal anlayışları eleştirdim.
İddia Makamının iddiaları vesilesiyle devrimci eleştiriyi burada da sürdürüyorum. Birilerini övmek ya da yermek, bir şeyleri aşağılamak ya da kutsamak, birilerini kin ve düşmanlıkla tahrik etmek devrimci eleştirinin ve bu arada benim işim değildir. Devrimci eleştiri, üstü egemenler tarafından örtülen, tağyir ve tebdil edilen gerçekleri açığa çıkarmak, ezilen halkların hak ve özgürlüklerini savunmak içindir. Orada da burada da yapmaya çalıştığım budur.
Genel olarak insan, soyut insan yoktur. Her insan farklı kimlikleri, farklı aidiyetleri ve farklı tarifleriyle vardır. Marx'ın ’insanın özü toplumsal ilişkilerinin toplamıdır' sözü bu gerçekliğe işaret eder. Bizim de kimisi doğarken edindiğimiz kimisi de sonradan edinilmiş birçok kimliğimiz, tariflerimiz, aidiyetlerimiz var. İnsan boşluğa doğmaz; bir toplumsal, siyasal, tarihsel ortama doğar. İçine doğduğumuz bu toplumsal ortam gereği Kürdistanlıyız, Kürd milletindeniz. Bu kendi halinde sade bir gerçektir. Heyetinizin üzerinde hareket edip hüküm verdiği hukuksal zemin Kürd halkının ulus, ülke gerçekliğini yok saymaktadır. Üzerinde hükümler verdiğiniz hukuksal zemin bu anlamda bizleri de yok saymaktadır. Şu anda karşınızda resmen olmayan, ama fiilen varlığını sizin de bildiğiniz Kürd halkından bireyler olarak bulunuyoruz. Bizleri resmen yok sayan bu hukuksal zeminde hakkımızda vereceğiniz kararlar bizler bakımından yok hükmünde olacaktır. Hakkımdaki iddialar için söyleyeceklerim bundan ibarettir.
Fuad Önen, 10 Mayıs 2008

JI BO DADGEHA ASLÎYE CEZA YA ŞANLI URFAYÊ Dosya esas no: 2008/1233 Mijar: Bersîva min bo îdianameyê, bi şerdê ku mafê min ê esasê dozê parastî bimîne. Koma Xebatê ya Netewî ya Demokratîk a Kurd (KXNDK) di 24.12.2006an de li Ruhayê civîneke herêmî saz kir. KXNDK înîsîyatîveke sîyasî ye ku rasteqînîya netew-welat a gelê Kurd ji xwe re dike bingeh, tesbît dike ku pirsgirêk ji înkarkirina mafê gelê Kurd ê self determînasyonê dertê, çareserîyê jî di bicîhanîna vî mafî de dibîne. Di kongreya ku di Gulana 2007an de li dar xist de, navê xwe kir Tevgera Netewî ya Kurd (TEVKURD). Ez yek ji vexwendêrên civîna Îlona 2005an a ku ji damezirandina wê re bû wesîle me. Ez di dema KXNDK de aktîvîstê vê tevgerê bûm, di dema TEVKURD de jî endamê meclîsê û komîteya birêvebir im. Tevgera me xwedî têgîhaştineke sîyasî ye ku meşrûîyeta xwe ya di qada vekirî de ji mafdarîya têkoşîna azadîya gelê me werdigire. Prensîpa bingehîn a tevgera me ew e ku bê bawerkirin û ji bo wê têkoşîn bê kirin ku netewa Kurd jî wek hemû netewên din ên dinyê xwedîyê mafê bi xwe biryardayinê (self determînasyon) ye, layîq û şayanî vê ye û vê heq dike. Ji ber ku me ev prensîp ji xwe re kiriye bingeh, pluralîzm, şefafbûn, pirdengî, pirrengî di nav têgîhaştina me ya xebatê de cîh girtiye. Em bi ’wek xwe bûn' û ’wek xwe mayin'ê sîyasetê dikin. Em guh nadin sîyaseta taqîye. Di têkoşîna azadîya gelê me de gotina me heye ku em bikin û em wê di her qadê de vekirî û eşkere dibêjin. Sîstema Serwerîya Tirk li ser înkar û îmhakirina rasteqînîya netew-welatê gelê Kurd hatiye damezirandin. Ji lew re di hiqûqê xuyabûyî yê Sîstema Serwerîya Tirk de Kurdistan û gelê Kurd tuneye. Her weha di nav vê hiqûqê de derfeta ku em wek xwe bimînin û sîyasetê bikin jî tuneye. Li Tirkîyê legalîte ’Tirk' e, xebata di vê qadê de tenê bi ’wek Tirk xuyabûn'ê mumkun e. Ji ber ku li welatê me resmîyeta me, hiqûqa me bi xwe tuneye, hebûna me ya fermî bi derewekê sipartî ye. Têkilîya di navbera hebûna me ya dîrokî, civakî û heye hesibandina me ya fermî de dereweke zirecêb e. KXNDK û wek dûmahîka wê TEVKURD îtiraza li dijî vê derewê ye. Daxwazeke resmîyeta li gora rasteqînîyên dîrokî, civakî ye, ne dîrok û civakeke li gora resmîyetê adaptekirî. Di têkoşîna me ya azadîyê ya 150 salî de, her çiqas cîhekî wê yê bi sînor û mutewazî hebe jî, lêgerîneke nuh û girîng e. [b]Civîna Ruhayê[/b] Hem KXNDK û hem jî wek dûmahîka wê TEVKURD, li gelek bajaran civînên herêmî saz kirine. Yek ji van civînên ku bi armanca gengeşîkirin û bernamekirina bingeh û metodên xebatê yên yekîtîyê tên sazkirin jî di 24.12.2006an de li Ruhayê hat pêkanîn. Wek gelek civînên din, ez tev li vê civînê jî bûm ku li ser pirsgirêkên têkoşîna me ya azadîyê û çareserîyên wan nêrînên xwe bi beşadaran re par bikim. Civîna Ruhayê ku têde li ser pirsgirêkê, tarîfkirin û pêşniyarên çareserîyê yên cuda hatin îfadekirin, bû platformeke pirdeng, berdar û medenî. Hem guhdar û hem jî axaftvanan gotinên ku çewt didîtin bi awayekî gîhaştî û rêzgirtin pêşwazî kirin. Ev gîhaştîbûn di polemîkên ku dereca rexnekirinan zêde dibûn de jî dom kir, beşdar heke tev li nêrînên ku dihatin îfadekirin nebûna jî, li gora prensîpên KXNDK ku “cudatîyên me dewlemendîya me ne, em ê çanda pev re jîyanê pêşde bixin“ tev gerîyan. Ji ber vê yekê ew îdiaya ku birayê min Mehmed Aydoğdu di zabita lêpirsînê de gotiye “...Dema ku min got silaba Xwedê li ser we be, bi min kenîyan.“ buxtan e. Dîsa îfadeya birayê min Mehmed Kemal Uğuzlu ku meriv dide fikirandin ku ji alîyê lêpirskaran ve hatiye dîktekirin, a ku “...axaftvanên din axaftinên ku gel bi kîn û dijminatîyê tehrîq bikin kirin.“ buxtan e. Nabe ku meriv li salonê mucahît be, lê di lêpirsînê de muxbîr be. Ev yek ne li gora ol (dîn), wîcdan û exlaq e. Beşdarên civînê jî, aktîvîstên KXNDK jî mirovên medenî yên ji aîdîyet û xesasîyetên cuda yên olî, sîyasî, îdeolojîk û rêxistinî ne; civîn jî di vê atmosfera medenî de hatiye pêkanîn. [b]Qaşo ye yan rasteqîn e?[/b] Ev doz doza qaşobûn û rasteqînbûnê (sahîhbûnê) ye. Karl Marx, dibêje ku “heke xuyabûn û rastî yek bûna, dê pêwîstî bi tu zanistîyan nemaya“. Heke xuyabûn û rastî yek bûna, dê dewlet, dadgeh û sîyaset jî ne pêwîst bûna? Divê bê niqaşkirin. Lê belê li Ruhayê dê pêwîstî bi darizandineke bi vî rengî nemaya. Gotina qaşo (xwedêgiravî) bi xwe lihevnekirina xuyabûn û rastîyê nîşan dide; di ferhengan de wisa tê tarîfkirin: “Her çiqas di rastîyê de ne wisa be jî, wisa bê gotin, wisa bê îdiakirin an zanîn.“ Îdianame jî bi vê têgînê dest pê dike: “Li bajarê Ruhayê di 24.12.2006an de, li hola konferansê ya hotela Harran li Saray önü caddesi pêkhateya bi navê qaşo Koma Xebata Netewî ya Demokratîk a Kurd ...“. Heman têgîn di nivîsên daîra walîyê Ruhayê, yên midûrîyeta ewlekarîya wîlayetê de ku dixwazin ku civîna me bê şopandin û bi kamerayê bê qeydkirin û di biryara dadgeha sulh ceza a 2. a wîlayeta Ruhayê de jî derbas dibe. Tenê di du rewşan de mumkun e û rast e ku meriv ji bo rêxistinekê, sazîyekê yan tiştekî, têgîna “qaşo“ bikar bîne. 1- Rêxistin, sazî, tişt an têgîna navgotî ne xwedîyê taybetmendîyên ku bi rasteqînîyan re hene, lê dîsa jî wek ku wisa be îdia dike. 2-Îdiayek bê kirin ku hemberîya wê di jîyana rasteqîn de tunebe, an jî ji taybetmendîyên ku hene tên hesibandin bêpar be. Wê gavê, wîlayeta Ruhayê, midûrîyeta ewlekarîyê, dadgeha sulh ceza ya 2. û dozgerê dadgeha we, dema ku dibêjin qaşo KXNDK, çi qest dikin? Ji bilî KXNDKa ku em damezrêner û birêvebirên wê ne, KXNDKyeke rasteqîn heye ku ji bo ya me “qaşo“ tê gotin? An jî di tarîfkirinên me yên ji bo koma me de taybetmendîyên wisa hene ku ev sazîyên dewletê napejirînin, di jîyana rasteqîn de hemberîyên wan tunin? ’Dîyar e ku têgîna “qaşo“ ne ji bo van sedeman, lê ji bo peyva Kurd a di navê koma me de tê bikaranîn. Bi salan e ku her tiştekî aîdî Kurdan ji alîyê îdeolog, sîyasetvan û dadgehên Sîstema Serwerîya Tirk (SST) ve bi peyva ’qaşo' tê piçûkxistin û wisa tê bikaranîn. Di beşeke axaftina xwe ya civîna Ruhayê de, min bersîv da vê heqareta li me û di kesayetîya me de li gelê Kurd. Em hînî derblêdana ’qaşo' ya di vê hevokê de bûne, lê hînbûna me li ber îsyana me nabe asteng, divê muxetabên me jî hînî vê îsyana me bibin. Di axaftina civînê de, gotinên min ên li ser vê yekê û beşa ku dozgerîyê pişta xwe dayê ev e: “Min biryara dadgehê xwend. Dema ku qala koma me dike, dibêje, ’qaşo Koma Xebatê ya Netewî ya Demokratîk a Kurd'. Li vir ev peyva ’qaşo' ji bo peyva Kurd a di navê Koma me de hatiye bikaranîn. Nûner û îdeologên SST, li her dera ku peyvên Kurd û Kurdistan dibînin, peyva ’qaşo' jî bi pêş wan ve dikin. ’Qaşo netewa Kurd', ’qaşo Kurdistan', ’qaşo dewleta Kurd', ’qaşo ala Kurdan' û hwd. SSTya ku sîstema înkar û îmhayê ye, her tiştekî aîdî Kurdan sûnî raber dike û bi peyva ’qaşo' piçûk dixe. Divê em li hemberî vê îsyan bikin, ez îsyan dikim.“ [b]Dozname bi heqareta li me û gelê me dest pê dike[/b] Dozgerîya ku mehzûrê tê de nabîne ku bi heqareta li me û gelê me dest bi doznameya xwe bike, ji bo ku rewşê li gora xwe rast bike, îdia dike ku me heqaret kiriye. Îdiaya wan a yekemîn a li ser axaftina min ev e: “Ji axaftvanan Fuat Onenê gumanbar di axaftina xwe de wisa îdia dike: Dewleta Komara Tirkîyê wek sîstema serwerîya Tirk bi nav dike, Komara Tirkîyê wek kolonyalîst diwesifîne, Komarê bi awayekî eşkere piçûk dixe.“ Li hemberî vê îdiayê tiştê ku ez pêşî bibêjim ev e: Min Dewleta Komara Tirkîyê wek SST bi nav nekiriye û ez bi nav nakim. Sîstema serwerîyê têgîneke berfirehtir e. Analîza min wisa ye ku Dewleta Komara Tirkîyê perçeyekî SST ye. SST tenê ji pêwenga dewletê ya dîyar pêk nayê. Pêwenga dewletê ya dîyar yek ji alavên wê yên serwerîyê ne. Alavên vê sîstema serwerîyê yên di nav dewletê de û ne dîyar û yên li dervê dewletê jî hene. Komara Tirkîyê projeya hîn realîzenebûyî ya vê sîstema serwerîyê ye. Ji alîyê pirsgirêka ku em gengeşîyê dikin ve, ev proje projeya ji bermayên Osmanî afirandina neteweyekê ye. Realîzebûna vê projeyê bi ji holê rakirina rasteqînîya netew-welatî ya gelê Kurd ve girêdayî ye. Armanca vî şerê ku ev bêtirî 80 salan e li vê cografyayê tê domandin ev e. Ji ber vê yekê, em têkilîya SST a bi Kurdistanê re wek kolonyalîzm analîz dikin. Ev analîz di nav me bi xwe de jî tê gengeşîkirin. Kolonyalîzm di ferhenga Sazîya Zimanê Tirkî de weha tê tarîfkirin: “Kolonyalîzm: Bi gelemperî belavbûn an daxwaza belavbûnê ya dewletekê bi rêya jêrdestkirina sîyasî û ekonomîk a netewe, dewlet, civakên din, mustemlekekarî.“ Di têkilîya SST a bi Kurdistanê re hemû hêmanên vê tarîfê hene, ya ku em gengeşîyê li ser dikin ne ev e. Em her weha dizanin ku kolonyalîzm wek kolonyalîzma klasîk û ya nuh jî tê tesnîfkirin. Lê belê hem kolonyalîzma klasîk û hem jî ya nuh wek ku statuyeke kolonî heye ferz dike. Dibe hemberîya statuyeke di hiqûqa navnetewî de tarîfkirî. Heta di kolonyalîzma nuh de, kolonî xwedî statuya dewleteke serbixwe ya şeklî ye. Sîstema manda ku em dikanin wek pêvajoya bihurînê ya di navbera kolonyalîzma klasîk û ya nuh de tarîf bikin jî statuyek e. Lê belê Kurdistana ku di dawîya şerê Dinyê yê 1em de hat parçekirin û parkirin û di nav sînorên dewletên cuda de ji bo sîstemên serwerîyê yên cuda hat hiştin, ne xwedîyê tu statuyeke bi vî awayî ye. SST, naskirina statuyeke sîyasî li Bakurê Kurdistanê li alîyekî, erdnîgarîya wê jî nas nake û wek ’Rojhilat û Başûrê Rojhilatê Anatolyayê' wê bi nav dike. Ji ber rewşa bêstatubûnê ya li vir, mamoste İ. Beşikçi têgîna ’jêr-kolonî' pêşniyar dike. Berê di vê çarçovê de têgîna ’kolonîya navxweyî' jî hatiye pêşniyarkirin. Ev gişt gengeşîyên wisa ne ku bi têgînên teorîya sîyasetê, sosyolojîya sîyasetê tên kirin, em dikin. Lê belê dîyar e ku di hemû têgînên pêşniyarkirî de têkilîya SST a bi Kurdistanê wek têkilîyeke kolonyalîst tê tarîfkirin. A ku em li ser gengeşî dikin ew e ku ev têkilî ne kolonyalîzm e jî, têkilîyeke ji kolonyalîzmê jî wê de ye. Sedema ku ez ji dewsa têgînên wek kolonyalîzm an K.T. (Komara Tirkîyê), têgîna SST bikar tînim, ev awayê têkilîyê ye ku tarîfkirina wê dijwar e. Dozgerî ji van analîzan wê encamê derdixe ku ez Dewleta K.T eşkere piçûk dixim. Sazîya Zimanê Tirkî peyva piçûkxistinê wanî tarîf dike: “Piçûkxistin:1- Ji nirxa xwe kêmtir xuya kirin. 2- Bi awayên piçûkxistinî tevgerîn, kêm dîtin.“ Ev, şîroveyeke yekcar li gora kêfê ye. Ya ku em hewl didin ku bikin, fahmkirina vê têkilîyê û tarîfkirina nirxa wê bi têgînên zanistîya sîyasetê ye. Heke gengeşîyên jorîn baş bên fahmkirin, ew ê bê dîtin ku li vir kêm xuyakirina nirxa wê li alîyekî, tew bi kategorîyeke li jorê nirxa wê tê tarîfkirin. Îdiaya duyem a dozgerîyê a ji bo axaftina min ev e: “Hevalên DTPyî, hevalên PKKyî, Kongra Gel, her kesekî ku li Tirkîyê ji bo Kurdbûnê, ji bo azadîya netewa Kurd kevirek li ser kevirekî ava kiriye, birayê me ye. Bi vî awayî pesnê sûc û sûcdar daye ...“ Ev şêlîbûna ku em di hemû îdia û argumentên SST de dibînin û ku em ê pêşde niqaş bikin, di îdiayên dozgerîyê jî de heye. Sûc jî sûcdar jî ku tê îdiakirin ku ez dipesinînim, ne dîyar e. Hema ji teksta bê xal û bîhnok a ji CD'yekê, korfelaqî hevokekê vedigire û dibêje ku “hatiye fahmkirin ku sûc û sûcdar dipesinîne“. Ferhenga Sazîya Zimanê Tirkî çalakîya pesinandinê weha tarîf dike: “Pesinandin: 1- Pesinandina kesekî, tiştekî, bilind kirin, ji alîyên baş, nirx, raserîyan behs kirin.“ Pirsa ku li benda îzehkirinê ye ev e: sûcê ku tê gotin ku min pesnê wî daye çi ye, sûcdarê yan sûcdarên ku ev sûc kiriye û min jî pesin daye, kî ye/ne? Di hevoka ku dozgerîyê vegirtiye de yekane fiîl ev e: “Di têkoşîna netewa Kurd de kevir li ser kevir ava kirin.“ Ne maf û ne jî hedê kesekî ye ku ji têkoşîna azadîya gelekî re bibêje sûc. Dimîne îdiaya ku ji ber peyvên ku PKK û Kongra Gel di axaftinê de tên bikaranîn min pesnê van rêxistinan daye. Li ser bingeha paragrafa ku ev hevok tê de ye, ne mumkun e ku meriv vê îddiayê bike. Ji ber ku di wê beşa axaftinê de, bersîva sûcdarkirinên tund ên Celal Melikê yek ji axaftvanan hatiye dayin û di wê kontekstê de xeta komara demokratîk a ku PKK, Kongra Gel û DTP jî diparêzin, hatiye rexnekirin. Hatiye gotin ku hevalên me yên ji DTP, PKK û Kongra Gel li cîhê çewt û rêya çewt sîyasetê dikin; hatiye kirpandin (derbdan) ku ez ne bi têgîhaştina wan a sîyasî re me ku di çarçova dewleta unîter û Tirkîyeyîbûnê de diparêzin, wê çewt dibînim. Ne pesinandin ne jî zemkirina kesekî ne karê min e. Her weha pêwîstîya PKK (Partîya Karkerên Kurdistanê), PSK (Partîya Sosyalîst a Kurdistanê), PRK (Partîya Rizgarîya Kurdistanê), KKP(Partîya Komunîst a Kurdistanê), DTP (Partîya Civaka Demokratîk), HAKPAR( Partîya Maf û Azadîyan) û rêxistinên din ên Kurdan bi pesinên min tune. Pêwîstîya wan bi rexneyên min heye an na, ew jî teqdîra wan e. Wek welatparêzekî alîgirê sosyalîzmê, karê min rexneya şoregerî ye. Hem nêzîkbûna min a kesayetî, rêxistin, tevger û sazîyên li dervê min, û hem jî nêzîkbûna min a tevger û sazîyên ku ez di nav de cîh digirim, li ser bingeha rexneya şoreşgerî ye. Rast e ku ez di rexnekirinê de hiqûqa biratîyê dikim bingeh û ev perçeyekî sekina min a sîyasî ye. Axaftina min a di civîna Ruhayê de jî mînakeke berbiçav a vê nêzîkbûnê ye. Ev helwesta min li gora vê prensîpa programatîk a KXDNK û TEVKURDê jî ye: “TEVKURD ê wek prensîp xwe hem bi gelê me û hem jî bi dinyê di xeta têkoşînê ya pratîk-polîtîk ku tê de dimeşe bide naskirin. Têkoşîna me bi rejîmên ku mafên gelê me xesp kirine re ye, ne bi gelan re.“ (Bernameya TEVKURDê, rûpel 5-6.) Em ne mecbûr in ku tev li tarîfkirinên sûc ên SST bibin; tarîfên me bi xwe hene û em bi tarîfên xwe sîyasetê dikin. Li gora tarîfên me, redkirina rasteqînîya netew û welatê gelekî û hewldana îmhakirina wê sûcê mirovatîyê ye. Em li hemberî vî sûcê ku li dijî gelê me tê kirin radiwestin û têkoşîna azadîya gelê xwe diparêzin. Bi pesinandina sûc û sûcdaran sûcdarkirina vî tiştê ku em dikin ne li gora aqil, îzan û wîcdan e. Em sûc an sûcdaran napesinînin, em li dijî sûcê mirovatîyê yê ku li hemberî gelê me tê kirin radiwestin. A dawî, dozgerî ji beşên cuda yên axaftina min pasajên cuda vedigire û weha dibêje, ’...hatiye fahmkirin ku îfadeyên bi vî rengî dike û gel ji bo kîn û dijminatîyê tehrîq dike...“ Ji ber ku wergirtinên ji bantê yên axaftina min bi tevlihevîyeke ku nayê fahmkirin malûl e, dozgerîyê jî tercîh kiriye ku ji van wergirtinên ji bantê bi korfelaqî hevokan li pey hev rêz bike; lewra ez pêwîstî pê dibînim ku nêrînên xwe yên ku wan îdia sipartinê di nav tevaya axaftina xwe de îzeh bikim. Lê belê berê gotinên min ên li ser tehrîqê hene. Ez ê dîsa serî li ferhenga Sazîya Zimanê Tirkî bidim, di vê ferhengê de tehrîq wanî tê tarîfkirin: “Tehrîq: 1- Çalakîya tevgerandin, leqandin, birêkirina tiştekî. 2- Navtêdana kesekî, dehfandina wî bo kirina şêlekî ku bê şermezarkirin, bo bikaranîna tundûtûjîyê, bo binpêkirina qanûnan; tevgera ku bi vê armancê tê kirin.“ Di ser axaftina min re 17 meh derbas bûne û di vê demê de ez li yek kesekî jî rast nehatime ku ketibe bin bandora axaftina min û bo kîn û dijminatîyê tehrîq bûbe, tev gerîyabe; ne jî min tiştekî wanî bihîstiye. Ne di dema civînê de ne jî piştî civînê, dîyardeyeke weha nehatiye dîtin. Heke di vê mijarê de tiştekî ku dozgerîyê muşahede kiribe hebe, bê guman ew ê bi desteya we re par bike. Lê belê dema ku meriv îdianameyê dixwîne, meriv fahm dike ku dozgerî bi vê axaftinê bo kîn û dijminatîyê tehrîq bûye û bi vê tehrîqê tev gerîyaye ku vê îdianameyê amade bike. Bê guman, tehrîqbûna dozgerîyê nayê wateya ku gel jî tehrîq bûye. Min îfade kiribû ku ev doz doza qaşobûn û rasteqînbûnê ye. Di axaftina xwe ya di civînê de jî, piştî reaksîyona li dijî heqareta ’qaşo' ya bo Koma me, min di dûmahîkê de rasteqînîya argumentên peyvdarên SST bi xwe ku her tiştî bi têgîna ’qaşo' piçûk dixin, lêpirsîn kiribû. SSTê di derbarê xwe de dîmenek heye ku ji me re pêşkêş kiriye û ji me dixwaze ku em wek ku rast be, wê qebûl bikin. Hinek taybetmendîyên sereke yên vê dîmena ku em dizanin ku ne rasteqîn e ev in: 1- SST piştî şerekî rizgarîya netewî yê di salên 1919-23an de kirî hatiye damezirandin. Ev sîstem bi têkoşîna li dijî emperyalîzmê hatiye damezirandin. 2- Her kesê ku bi girêdanên hemwelatîyê bi K.T. ve girêdayî ye Tirk e û tevaya wan netewa Tirk pêk tîne. Netewa Tirk netewa yekane û neparvebar a erdnîgarîya Tirkîyê ye. 3- Tirkîye navê niştimanê Tirkan e, yek e, nayê parkirin. 4- Pêwenga dewletê ya SST netew-dewlet e, yek e, nayê parkirin. 5- Mîsaqê Millî tevayî ye, nayê parkirin. Av argument hemû qaşo argument in. Evana tarîfên îdeolojîk ên wisa ne ku, tiştên ku di 80 salên dawî de li vê erdnigarîyê qewimîn rast venadin, ku SSTê bi armanca ku pêşî li rast fahmkirina wan bigire, bi pêwengên pircure yên îdeolojîk belav kirine. Di civînê de bi kurtî qala wan hatiye kirin û ev argumentên dijber hatine parastin. Şerê rizgarîya netewî ne ew şer e ku di navbera du dewletan de bi armanca berjewendîyê pêk were 1- Tiştên ku hem di dewra 1914-1918an de û hem jî di dewra 1919-1923an de qewimîn, tu têkilîya xwe bi şerê rizgarîya netewî, bi antîemperyalîstbûnê re tuneye. Şerê 1914-18an şerê parkirina emperyalîst e. Împeretorîya Osmanî hem alîyê vî şerî hem jî armanca wî ye. Tê gotin ku Îttîhatçîyan Osmanî di refên dewletên îttifaq (Almanya, Avûstûrya-Macarîstan...) de xist nav şer. Enwer Paşa eşkere dibêje ku ji bo ku “Tirkên li Asyayê û Muslimanan bikin yek, xakên ku li Ewropayê ji dest çûne bi şûn ve bistînin, împeretorîyeke ji Adrîyatîkê heta bi avên Hînd firehbûyî damezirînin ketine vî şerî“ ( Wergirtina Fikret Başkaya). Dîyar e ku ev armanc ne yên rizgarîxwazên netewî lê yên kolonyalîstan in. Hêzên îttifaqê ku di şer de têk çûn, ne tenê parên nuh bi dest nexistin, beşek ji yên di dest de jî dan. Hêzên ku nikanîbûne di şerê emperyalîst de xakên nuh bidest bixistina, beşek ji xakên ku berê bi dest xistibûn ji dest dane, dikanin çi têkilîya xwe bi rizgarîxwazîya netewî hebe? Gotina ku heman hêz hema piştî têkçûnê ji armancên emperyal, ji karaktera kolonyalîst pak bûn û bûn rizgarîxwazên netewî derveyî zanistîyê, heta derveyî aqil e. Dewra 1919-1923an (ev dewr dikane heta 1926an bê dirêjkirin) dewrek e wisa ye ku serketîyên şer pergaleke navnetewî pêk tînin ku destketîyên wan garantî bike. Ev dewrana ku bi Konferansa Parîsê ya 1919an dest pê kir û bi Konferansa Laussanne ya 1923an a li ser Karûbarên Rojhilata Nêzîk ku Osmanî tê de gîhaşt statuyeke nuh, bi dawî bû, di eslê xwe de pêvajoyeke dîplomatîk e. Pêvajoya ku serketî îradeya xwe bi têkçûyîyan didin qebûlkirin, ku şer bi sîyaset û dîplomasîyê tê domandin. Wek Împeretorîya Osmanî, Împeratorîya Almanya û Avûstûryayê jî di vî şerî de belav bû û bi awayên nuh ên dewletê hebûna xwe domand. Li Dinyê yek mirovekî baqil heye ku dibêje komarên Almanya û Avûstûryayê bi şerê rizgarîya netewî hatine damezirandin? Dewleta Osmanî alîyek e û piştî Peymana Lozanê ya 1923an ku peymana dawî ye ku îmze kiriye, veguherîye bo K.T. Di vê dewrê de, bi dewletên îtilafê re şer nehatiye kirin, ji bervacî bi wan re hatiye lihevkirin, li ser lingan mayina wek parçeyekî sîstema navnetewî ya ku wan pêk anî, wek serfirazî hatiye nîşandan. Piştî Mutarekeya (agirbest) Mondrosê ya 1918an, yekane şerê ku Osmanî tev lê bûne, şerê Yûnan e. Ji alîyê her du hêlan ve jî wek şerê rizgarîya netewî binavkirina şerê Osmanî-Yûnan ne mumkun, ne jî rast e. Şerê rizgarîya netewî ne şerê di navbera du dewletan de bi aramancên berjewendîyan e. Wek şerê rizgarîya netewî hesibandina şerê dewleta Osmanî û dewleta Yûnan ku 87 sal berî wê bi şerê serxwebûnê jê veqetiyabû, tiştekî derveyî zanistîyê ye, bi qest e û hewldana reşkirina rasteqînîyê ye. Şerê rizgarîya netewî li dijî xwezaya Dewleta Osmanî ya emperyal, zordestê netewên din û dagirker e. Şerên rizgarîya netewî yên rastî ew şerên rizgarîya netewî ne ku gelên ku mafên wan ên netewî hatine xespkirin li dijî dagirkerîyê, zilmê dikin. Lewra ’şerê rizgarîya netewî' yê 1919-1923an qaşo şerê rizgarîya netewî ye. 2- Tirkayetî eslekî etnîkî nîşan dide. Etnîsîteyeke bi eslê xwe ji Asyayê tarîf dike. Cografyaya Tirkîyê ne cografyaya vê etnîsîteyê ye. Yên ji vî eslê etnîkî dûre di ser vê erdnîgarîyê de barîyane. Berî ku ew werin jî û piştî ku ew hatin jî, gelên qedîm ên vê erdnîgarîyê jîyana li ser xakên xwe domandine. Wek ku M. Kemal di ’Nutuk'ê (gotar) de dîrokê bi 19 Gulan 1919an dide destpêkirin, SST di tarîfkirina vê erdnîgarîyê de wê ji rasteqînîyên dîrokî û civakî vediqetîne, îradeya kolonyalîst dike navxweyî û sînorên sîyasî yên ku piştî şerê emperyalîst ê yekem hatin xêzandin dike bingeh. A ku jê re dibêjin Peymana Lozanê bi rastî “Konferansa Laussanne ya li ser Karûbarên Rojhilata Nêzîk“ e. Ev konferans wek konferansa ku emperyalîstan erdnîgarîya Rojhilata Navîn li gora berjewendîyên xwe par kir, perçe kir û dîzayn kir, li dîrokê hatiye qeydkirin. Wek referans bikaranîna wê, ji bo rasteqînîyeke dîrokî yan civakî nabe mijara gotinê jî. Teva ku rewş wanî ye, SST vê konferansê radike ezmanan, dike destpêka dîroka xwe. Komara Tirkîyeya ku navê dewleta Osmanî ya piştî vê konferansê ye, di sazkirinên xwe yên qanûnî de sînorên sîyasî yên piştî Lozanê ji xwe re kirine bingeh û bi vê jî nehatiye ser, her tiştekî di nav van sînorên sîyasî de wek Tirk qebûl kiriye, hewl daye ku rasteqînîyên dîrokî û civakî ku ne li gora vê yekê ne, asîmîle bike, tune bike, birûxîne. Piştperdeya argumenta “Her kesê ku bi girêdana hemwelatîbûnê bi Komara Tirkîyê ve girêdayî ye, Tirk e û ew miletê Tirk pêk tînin“ ev e. Tesbîtkirina netewa Tirk a li ser vê tarîfa Tirkbûnê li dijî zanistîyê ye, li dijî dîrokê ye û bi tevayî îdeolojîk e. Ev tarîf êrîşeke kolonyalîst a asîmîlasyonîst li dijî aîdîyeta netewî ya gelê Kurd e. Her weha ev tarîf Tirkbûna bi milyonan Tirkên ku bi girêdana hemwelatîbûnê bi Komara Tirkîyê ve girêdayî ne jî dixe rewşeke gengeşîbar. Hemwelatîbûn têgîneke sîyasî ye û rajêrîyê (tabiîyetê) îfade dike, ne millîyetê. Lê belê netewe têgîneke dîrokî, civakî, sîyasî ye. Netewe di nav dîrokê de pêk tên, ne bi fermanên hikûmetan an qanûnên ’komarê'. Di vê wateyê de û bi vê konseptê, netewa Tirk ku tê îdiakirin ku li Tirkîyê heye ne neteweyeke rasteqîn, lê yeka ’qaşo' ye. Neqaşobûna vê, bi tarîfeke li gora rasteqînîyên dîrokî, civakî û rêzgirtina ji bo hebûn û mafên netewên din mumkun dibe. Ez dixwazim vê beşê bi vê bersîva Prof. Dr. Ahmet Çigdemê hîndekarê Gazi Universitesi ya ji rojnamevan Neşe Düzel re biqedînim: “Bi rastî tiştekî wek nasnameya Tirk tuneye. Dema ku nasnameya Tirk tê gotin, naveroka vê têgînê vala ye. Ev tiştekî bê naverok e. Hun tenê dikanin Osmanî û Îslamîyetê têxin nav vê nasnameyê. Ji xwe em têgînên wek nasnameya Îslamî, nasnameya Tirk, dema ku ji bo me fonksîyonel bin, bikar tînin. Dema ku ne fonksîyonel bin, em wan li alîkî dihêlin. Em bi têgîn, sembol, xeyal û tehayulan re têkilîyeke berjewendîyê çêdikin. Bi qasî ku ew li gora berjewendîyên çînekê (tebeqekê), komekê an jî bawerîyekê bin, em wan dipejirînin.“ (Rojnameya Taraf, 21 Nisan 2008). Pirsgirêk ev e. Ev têkilîya berjewendîyê ya bi têgînan, bi sembolan re, îdeolojîk e. Û têgînên bi wan tên afirandin jî pûç û qaşo ne. 3- Yurt/Welat (vatan/niştiman) di ferhenga Sazîya Zimanê Tirkî de wisa tê tarîfkirin: “a- Xaka ku gelek li ser dijî, çanda xwe pêk tîne; niştiman. b- Cîhê ku mirov lê tê dinyê, mezin dibe û dijî, memleket.“ Di vê mijarê de, li Tirkîyê sêlûbêleke (hengame) giştî heye, rêzeyek têgînên mijara gotinê hene ku piranîya wan ji dewsa hev tên bikaranîn. Wek “vatan, yurt, memleket, ülke, il, el, diyar, anavatan, yavru vatan (Niştiman, welat, memleket, welat, wîlayet, welat, dîyar, makwelat, çêlwelat)“. Ferhenga Sazîya Zimanê Tirkî ülke/welat jî wisa tarîf dike: “Hemû xakên di bin serwerîya dewletekê de, dîyar, memleket.“ Ev tarîfa ’welat', li dewletên din ên dinyê jî bi firehî tê bikaranîn; ev tarîf ji dewrên împeretorîyê maye û Netewên Yekbûyî jî wê dike bingeh. Têgîna milk a di zimanê Osmanî de jî tê vê wateyê; di hevokên wek ’milkê Osmanî', ’memalîk-î Osmanî', ’dad bingeha milk e' de wateya milk welat, dewlet e. Ev tarîfên ku dewlet û welat, dewlet û netewe wekhev dihesibînin, tarîfên sîyasî ne, xwedî karaktera kolonyalîst in. Li vê derê divê ez bibêjim ku hem Yekîtîya Netewan û hem jî Netewên Yekbûyî nûnerîya lihevkirina serketîyên her du şerên dinyê dike, hiqûqa wan îfadeya îradeya serketîyan e. Sedema ku her çiqas navê wê Netewên Yekbûyî be jî, bi rastî wek Dewletên Yekbûyî kar dike jî ev e. Heke em wek ku ferhenga Sazîya Zimanê Tirkî tarîf dike, li rasteqînîya niştiman, welat binêrin, dîyar e ku li xakên di bin serwerîya dewleta K.T de ji yekê bêtir yurt/welat hene. Di Kurdî de sêlûbêleke (hengame) têgînan a wanî tuneye. Di Kurdîya jorîn de bi peyva ’welat' û di Kurdîya jêrîn de jî bi ’niştiman' tê binavkirin. Ev yek bi wê ve têkildar e ku Kurd di seranserî dîrokê de li welatê xwe jîyane, gelê otantîk ê welatê xwe ne. Têgînên makwelat, çêlwelat bi wê ve girêdayî ne ku Tirk li dervê xakên xwe yên qedîm li xakên gelên din bûne dewlet. Înkarkirina rasteqînîya welatê gelên qedîm ên cîhên ku ew lê bûne dewlet, ji karaktera kolonyalîst a vê dewletbûnê dertê. Ji bo mirovekî ji qalkirina welatê xwe bêtir xwezayî, bêtir mirovîn tiştek tuneye. Lê belê Kurd, dema ku qala welatê xwe, Kurdistanê dikin, her tewre bela tê serê wan. Wek parkirina niştimanê Tirk nirxandina qalkirina me ya niştimanê me bi xwe, delîlê berbiçav ê xwestina jiholêrakirina rasteqînîya me ya welat-niştiman e. Em naxwazin welatê kesekî par bikin, em têdikoşin ku li welatê xwe azad bijîn. Kesên ku rêzgirtina wan ji bo rasteqînîya welatê kesên din tunebe, tarîfa wan a welat jî, îdiaya wan a welatparêzîyê jî qaşo ye. 4- Pêwenga dewletê ya SST ne netew-dewlet e. K.T projeya ji bermayên Osmanîyan afirandina neteweyekî ye. Ne dewletbûna neteweyekî ye. Tevaya parnebar a dewletê li gel netewe û welatê wê argumenteke din a girîng a vê sîstemê ye. Ev argument di qanûnan, di qanûna bingehîn de pircar derbas dibe. Ev argument bi xwe mukirhatin e ku K.T. ne netew-dewlet e. Ev argument qebûl dike ku ne ku neteweyek li welatê xwe dibe dewlet, lê ku tê xwestin ku bi zora dewletê neteweyek û welatek bê avakirin. Ev ne tarîfa netew-dewlet, lê tarîfa netewa dewletê ye. Heke em her weha li pêş çav bigirin ku di seha serwerîya vê dewletê de ji yekê bêtir netewe dijîn, ew ê rast be ku meriv bibêje ku dewleta li hemberî me ne netew-dewleteke rasteqîn, lê qaşo netew-dewletek e. Her çiqas bişibe forma netew-dewleta ku di berbanga kapîtalîzmê de dîyar bû jî, di eslê xwe de projeya afirandina netew-dewletekê ye. 5- “Mîsaqê-millî“ dokumenteke vala ye û ne di hiqûqa netewî, ne jî di hiqûqa navnetewî de derbas dibe. Ev 80 sal in ku ev dokument ji rasteqînîya xwe ya berbiçav hatiye derxistin, naveroka wê li derveyî gengeşîyan hatiye hiştin û hatiye veguherandin bo tabûyekê. Qalkirina parnebûna vê dokumenta bi xwe bê tevayî, falsîfîkasyoneke (tehrîf kirin) dîrokê ya din a SST ye. Mamoste Fikret Başkaya qebûlkirina vê dokumentê wisa vedibêje: “Meclîsî Mebûsana Osmanî ya dawî ku wek encama hilbijartinên di şerd û mercên mutarekê (agirbest) de hatin kirin di 12.01.1920an de civîya û di 28.01.1920an de Mîsaqê Millî qebûl kir. Beyannameya Mîsaqê Millî di eslê xwe de berhema koma Felaha Weten (Rizgarîya Niþtiman) a ku di meclîsê de pêk hatibû û hejmara wan 70 (li gora hin kesan 88) bû û di Meclîsî Mebûsan de di civîneke nehênî de ku piranî nehatibû bidestxistin, ji alîyê beşdaran ve bi yekdengî hatibû qebûlkirin û di 17 Sibat 1920an de hatibû îlankirin.“ Ev dokumenta ku jê re ’Ahda Millî' jî tê gotin, ji alîyê Meclîsa Mezin a Netewî ve pejirandin û nepejirandina wê jî, dema pejirandina wê jî mijara gengeşîyê ye. Rîvayet hene ku di 10 Hezîran, 10 Tîrmeh an jî 18ê Tîrmehê de ji alîyê Meclîsa Mezin a Netewî ve hatiye pejirandin. Ev dokumenta ku meriv dikane wek Ulusal Yemin (Sonda Netewî) an jî Ulusal Sözleşme (Peymana Netewî) wergerîne Tirkî, qet kesekî xwe pê girê nedaye. Li gora vê dokumenta ku tarîfkirineke berbiçav a sînoran tuneye, eyaleta Mûsûlê (bi rastî Başûrê Navîn ê Kurdistanê) bi Peymana Lozanê ya 1923an û dûre Peymana Anqerê ya 1926an ji Îngîlîzan re hatiye hiştin. Ez bi vegirtineke din ji mamoste Fikret Başkaya vê beşê jî diqedînim: “Tê zanîn ku Mustafa Kemalê ku hat bibîranîn ku Sirri Begê mebûsê Îzmîrê ku rexneyên tund li delegasyona Îsmet Paşa û hikûmeta Rauf Beg digirt, yek ji wan kesan bû ku bi xwe Beyannameya Mîsaqê Millî nivîsandibûn, wisa gotibû, ’Xwezî we nenivîsandibûya. We gelek bela anîn serê me.“ Mîsaqê Millî ku Mustafa Kemal wek bela serî dinirxand, qaşo sondek e ku dûre kirine tabû. Ne tevaya wê heye û ne jî parbûna wê mijara gotinê ye. [b]Wek encam[/b] Em tarîfên ku SST li me ferz dike, red dikin; tarîfên me bi xwe hene. Em bi tarîfên xwe dijîn û bi tarîfên xwe sîyasetê dikin. Bi axaftina di civîna ku KXDNK di 24.12.2007an de li dar xistibû de min presîpên KXDNK parastin. Di ronîya van prensîpan de û bi têgîhaştina xwe, min SST, têgîhaştinên parastina Dewleta Unîter, ên parastina Mîsaqê Milî rexne kirin. Bi wesîleya îdiayên Dozgerîyê, ez rexnekirina şoreşgerî li vir jî didomînim. Pesinandin an zemkirina hin kesan, piçûkxistin an pîrozkirina tiştinan, bo kîn û dijminatîyê tehrîqkirina hin kesan ne karê rexneya şoreşgerî ne jî yê min e. Rexnekirina şoreşgerî ji bo dîyarkirina rastîyên ku ji alîyê serweran ve ser wan hatiye nixumandin, hatine guherandin û veguherandin, ji bo parastina maf û azadîyên gelên bindest e. Li wir jî, li vir jî hewldana min ji bo vê bûye. Bi gelemperî mirov, mirovê neberbiçav tuneye. Her mirovek bi nasnameyên cuda, aîdîyetên cuda û tarîfên xwe yên cuda heye. Gotina Marx a ’cewherê mirov tevaya têkilîyên wî yên civakî ye' vê rasteqînîyê nîşan dide. Ê me jî gelek nasname, tarîf, aîdîyetên me hene ku hin jê bi bûyinê re û hin jî dûre hatine bidestxistin. Mirov di valahîyekê de çênabe; di hawirdoreke civakî, sîyasî û dîrokî de tê dinyê. Ji ber vê hawirdora ku em tê de hatine dinyê ye ku em Kurdistanî ne, ji miletê Kurd in. Ev, di halê xwe de rastîyeke xwerû ye. Zemîna hiqûqî ku desteya we li ser tev digere û hikuman dide, rasteqînîya netewe û welatê gelê Kurd tune dihesibîne. Zemîna hiqûqî ya ku hun li ser hikum didin, bi vê wateyê me jî tune dihesibîne. Nuha em wek kesayetîyên ji gelê Kurd li hemberî we ne, ku ne bi fermî lê bi fiîlî hun jî hebûna wî dizanin. Biryarên ku hun di heqê me de li ser vê zemîna hiqûqî ya ku me tune dihesibîne bidin, dê ji alîyê me ve wek tune bên hesibandin. Hemû tiştên ku ez li ser îdiayên di heqê xwe de dibêjim, ev in. Fewad Onen, 10 Gulan 2008

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.