Geçtiğimiz Ekim ayında İstanbul, Ankara ve İzmir'de bulunduğum on gün boyunca temas ettiğim genelde değişik Sosyalist sol çevrelerden birçok insanla yaptığım sohbet ve tartışmalar, Kürt soluyla - Türk solu (!) arasındaki duygusal kopuşun boyutlarını daha net kavramama sebep oldu. Her sohbetin konusu haliyle gelip Kürt sorununa ve siyasal İslamın engellenememiş yükselişine dayanıyordu. Bazı dostların, konuların etrafında dolanmaları, asıl soruna gelmemek için yoğun çaba sarfetmeleri de kar etmiyor, sonunda kendi kendilerini bu iki önemli sorunu tartışırken suçüstü yakalatmalarınasebep oluyordu. Çoğu zaman ortaya trajı-komik bir durumun çıkmasına ben de engel olamıyordum.Mesele Kürt sorunu olunca, içinden geldiğim devrimci gelenek de dahil birçok arkadaşımla kıyasıya tartışmalarımız oldu. Bazen ortamı germemek adına konuyu başka mecralara taşımaya çalışmanın bir faydası da olmuyordu.
Ekonomik sorunlardan bahsedelim desen, karşına savaş ekonomisi, silaha ve militarizme yatırılan bütçeden kaynaklı işsizlik, yoksulluk, açlık çıkıyordu.
Vicdani red hakkı ve gönüllü askerlikten bahsedelim desen, İnan Süver'lere, Halil Savda'lara yapılan işkence ve zulümler, AHİM kararlarının uygulanmayışı, Kürtlere karşı sürdürülen savaşta yitirilen 50.000 can, askerde öldürülen Kürt gençleri derken kirli savaş tartışılıyordu.Eğitim sorunundan bahsedelim desen, siyasal İslamın tüm eğitim kurumlarında nasıl kadrolaştığı, muhalifleri nasıl boğmaya çalıştığı, parasız eğitim hakkı isteyen öğrencilere reva görülen hapis cezaları, ana dilinde eğitim hakkının gaspedilmesi ve toplumda Kürtlerin dışında önemli bir örgütlü muhalefetin bunlara karşı duramayışı tartışılıyordu. Sağlık sorunundan bahsedelim desen ha keza, gelirin çok önemli bir kısmını savaş bütçesinin yuttuğu, Emine Erdoğan'ın hastahaneleri, aile hekimliği denen ve Avrupa'da iflas eden-işlemeyen sistemin Sağlık Ocakları ile Ana-Çocuk Sağlığı kliniklerinin yerine ikame ettirilmeye çalışıldığı , bununla da yeni rant kapılarının aralanmaya çalışıldığı konuşulmak zorundaydı.
Sendikal hakları, örgütlenme hakkını konuşalım desen, AKP'nin yandaş sendikaları öne çıkarmak için attığı taklalar, ayak oyunları, sendikaların içler acısı durumu, 1 Mayıs'lara en örgütlü katılımın yine Kürt muhalefetinden olduğu, fabrikada çalışan yoksul işçinin hatta işsizin bile büyük oranda siyasal islamı tercih ettiği tartışılıyordu.
Basın özgürlüğünü konuşalım desen, iktidarın özgür basını nasıl zapturap altına almaya çalıştığı, Kürt basınına olan tahammülsüzlüğü, Kürtlerin haklarını savunan veya doğru habercilik yapmaya çalışan basın emekçilerinin hedef tahtasına nasıl kolayca oturtulduğu tartışılıyordu.
Kadınların sorunlarını tartışalım desen, AKP iktidarı döneminde kadına yönelik şiddetin yüzde bindörtyüz artmış olduğu, Başbakanın "ananı da al git" diyen aşağılayıcı söylemi, "her kadın en az üç çocuk yapmalıdır" komutu, "kadın mıdır, kız mıdır..." şeklindeki seksist yaklaşımı, Kürtlerin nüfus artışını engellemek için Kürt illerinde sağlık taraması adı altında sistemin kadınları nasıl kısırlaştırmaya çalıştığı, doğum kontrol yöntemlerini kadınların izni ve bilgisi dışında nasıl onlara kullandığı tartışılıyordu. Tabi bir de kadın ve aileden sorumlu tuttuğu kadın Bakanın nasıl erkek egemen bakış açısıyla kadına yaklaştığı.
..Türban meselesinde inançlı Müslüman kadınları cemaatçilerin iktidara gelmek için nasıl kullandıkları ve iktidara geldikten sonra onlara nasıl sırt çevirdikleri, BDP hariç diğer partilerin türban meselesinde nasıl iki yüzlü davrandıkları tartışılıyordu.Alevilerin, Çingenelerin, Süryanilerin, Lazların, Çerkeslerin, Rumların, Yahudilerin, eşcinsellerin, transseksüellerin, fiziksel engellilerin ve ötekileştirilen bil cümle kesimlerin haklarını- taleplerini konuşalım desen; 'Kürtler bu kadar senedir ayaktalar, bedel ödüyorlar onlar bile hala haklarını alamadılar, bizler ne yapabiliriz ki...' diye başlayan ve uzayan maazeretler dizisini dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Açılım diye başlanan tüm süreçlerin tamamen hülle işi olduğu yerli yerince teslim edilmekle beraber, Kürt sorunu çözülmeden bu kesimlerin sorunlarının da çözülemeyeceği çoğu zaman utangaç bir tarzla da olsa vurgulanıyordu. Peki Kürt sorunu nasıl çözülecek, dediğinizde ise 'yahu bu Kürtler de ne diye ayaklandılar ki şimdi...' türünden ipe sapa gelmez gerekçeler sunuluyor, hatta bazıları bunu çok açıktan yaparak, savaşın ve tüm olumsuzlukların baş müsebbibi olarak Kürt Hareketini görüyor veya öyle lanse etmeye çalışıyorlardı.
Aydınların durumunu, üniversitelerin halini, okunan kitap, izlenen filmi ve sanatı konuşalım desen, ülkede tek-tük aydın sayılabilecek nitelikte insan kaldığı, büyük çoğunluğun korkudan dilini yuttuğu, kalanlara ise -İsmail Beşikçi hoca, Pınar Selek ve diğerleri- 250'şer yıllara varan hapis cezalarıyla yargılandığı tartışılıyordu. Korkunun asıl nedeninin ise 'kimsenin kendi sonunun Sevgili Hrant Dink ve Ape Musa'nın sonu gibi olmasını istememesindendir' deniyordu. Sanatın içine tüküren balgamcı bir iktidar döneminde sanatçının da; şiiri, tuvali, boyası, kamerası, fırçası, çamuru ve kalemiyle "terörist" sayılmasının yeterince ürkünç olduğu ve hatta sanatçıların İstanbul Beyoğlu'nda sokak ortasında bıçaklanmasının kanıksandığı tartışılıyordu.
Demokrasi sorununu konuşalım desen, Susurluk, Ergenekon, Jitem, özel tim, kontr-gerilla, koruculuk, toplu mezarlar, faili meçhul (!) cinayetler, 12 Eylül Anayasası, TMK, CMK, TMK Mağduru 4.000 Kürt çocuğu, Abdullah Öcalan'a uygulanan tecrit, KCK operasyonlarıyla tutuklanan binlerce Kürt siyasetçi, Şerzan Kurt, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Madımak katillerinin evlerinde ölmesi, YSK kararları, seçilmiş milletvekillerinin gaspedilen özgürlükleri, darbeciler, yetmez ama evetçiler, barış anaları, asker anaları, Hes'ler, Metin Lokumcu'nun "teröristliği", gaz bombaları, cemaatçi polisin halka uyguladığı iskenceler, sınır ötesi operasyonlar, fezlekeler, komşularla problemler, füze kalkanları, İncirlik, insansız hava taşıtları, kimyasal silahlar, bombalar, parçalanan gerillalar, iktidarın kuklası olan yargı, polis ifadesiyle hazırlanan savcılık belgeleri, puşi takan gence 40 yıl hapis istemi, yandaş medyanın savaş kışkırtıcılığı, vergi kaçakları, Başbakanın oğlunun gemicikleri, limon davası ve daha sayılabilecek tonlarca sorun karşısında ortaya sunulan; genelde çözümsüzlük, yılgınlık, karamsarlık oluyordu.
Eh o vakit ne konuşalım desen, sınıf sorununu konuşalım deniyordu. Konuşalım da yukarıda saydığımız konuları konuşmadan, nasıl konuşacağız sınıflar sorununu diye sorduğunda 'işte orda dur, biz sınıf mücadelesi veriyoruz, Kürtler etnik mücadele -ulus mücadelesi veriyor' deniyordu. Asıl üzücü olan, bunu seslendirenlerin birçoğunun 12 Eylül mağduru devrimciler olması ve hala aynı inançları taşıdıklarını ısrarla savunmalarıydı. Benim açımdan bam telinin koptuğu nokta tam da burası oluyordu. Yukarıda saydığımız tüm bu sorunların (sohbet ve tartışmalarda çok değişik sol geleneklerden gelen devrimci dostlarla hep beraber dile getirdiğimiz konular) üzerinden atlayarak, hiçbir çözüm önerisi ve projesi olmayan, kendi halkına, kendi sorunlarına, kendi gerçeğine bu kadar yabancılaşmış bazı devrimci kesimler Türkiye'de sınıf mücadelesi veriyorlarmış, eğer duymayan varsa millet, lütfen bilen bilmeyenlere anlatsın...